Osep Minasoğlu ile belleğin kadrajında

Geçen hafta hayata veda eden Yeşilçam’ın efsane stüdyo ve set fotoğrafçısı Osep Minasoğlu’nun ardından, Tayfun Serttaş’ın usta fotoğrafçıyla yaptığı söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz…

TAYFUN SERTTAŞ

İnsan hikâyelerini herkes sever. Farklı yaşam tarihleri üzerine kurulu bu anlatılar, her okuyucu için özel bir empati değeri taşır. Biyografilerin kişiyi çarpan biricik gizemi de bu küçük empatilerden, içerisinde saklı olan mahremiyetlerden geçer. Okuyucunun kendisi ve öznel yaşam kurgusu arasında çok hassas bir noktada durur bir diğerinin gerçek hikâyesi. Hele ki bu hikâye toplumsal bir azınlığa ait ise, tüm dünyada aşikâr olduğumuz bir anlam bütünlüğü edinmiştir artık.

Vicdandan hayranlığa, endişeden ibrete uzanan türlü etkiyi yaratma potansiyeli taşır. Sosyo-psikolojik bellek, bu küçücük yaşam öykülerinin yarattığı ortak hafızalarda örülür. Ancak, bazılarının öyküleri öylesine öznel kalır ki, toplumsal okunduğu ölçekte herkesin, öznel okunduğu boyutta ise kimsenin öyküsüne benzemeyecek kadar fantastik bir içeriğe bürünür. ‘Fantastik’ sıfatı, Türkiye’nin yaşayan en büyük portre ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu’nun yaşam hikâyesini çok iyi anlatıyor. Hani şu film gibi hayatlar, bir duayenin yaşamını yazma cüretinde bulunduğumda, her seferinde işimi çok kolaylaştırmıştır.

Bundan sekiz sene kadar önce, konunun fotoğraf olduğu bir yerde, heybetli ancak çekingen bir ifade ile içeriye girdi sevgili Osep Minasoğlu. Onu fark etmeye başladığım an iki şeyi daha hissettim: Bu koca adamın fotoğraf konusunda ezici bir tecrübesi vardı ve Ermeni olmalıydı. Her ikisini de nasıl hissettiğimi kendime açıklamam dahi zor. Derken tanıştırıldık, fotoğraf sanatçısı Osep Bey’le. İçimden, “Biliyordum” dedim. O an bilemediğim şey, yeni yetme fotoğraf tutkunu ben ve bu eski usta arasında gelişmesi muhtemel bağdı.

Onun mütevazılığı ile edinilmiş, benim türetmekten hiç sıkılmadığım sorular, onun vermekten hiç bıkmadığı cevaplar ile büyüyen koca bir dostluk. Ve bu ilişkinin bana en büyük hediyesi, Osep’in belleğinden benim notlarıma kalan kocaman bir yaşam döngüsü. Son sekiz sene içerisinde Osep Minasoğlu’nun yaşamındaki düşüş biraz olsun evrilmedi. Kaç kez yer değiştirmek zorunda kaldığını, kaç kez yeni adres ve telefonları takas ederek aramızdaki irtibatı sürdürmek için çabaladığımızı hatırlamıyorum. İnsanların yalnızlıklarını ve dertlerini görünür kılabilmek için kendilerini ateşe vermek zorunda kaldıklarıçağımızda, Osep Minasoğlu’nunöyküsünü aktarabilmek benim açımdan aynı zamanda bir sorumluluk paylaşımı olarak anlam buluyor.

• En baştan başlayalım dilerseniz, Samatya’dan…

Orası benim dünyaya gözlerimi açtığım yerdir. 1929 yılının 26 şubat’ındaSamatya’da dünyaya geldim. Tüm çocukluğum orada geçti. Ailem üç kuşak Samatyalıdır. Babam YervantMinasyan, mahallemizin en büyük bakkaliyesinin sahibiydi. Babam öldükten sonra dükkânın idaresini annem aldı. Ben ailedeki dört kardeşin en küçüğüydüm. Yaşadığımız ev şimdi ayakta değil, 25 sene evvel yıkıldı. Sahile çok yakındı. Üç katlı, müstakil, kâgir bir binaydı.

• Nasıl bir yer o yıllarda Samatya?

O dönemler Samatyaçok gelişmiş, dönemin varlıklı ve eğitimli kişilerinin yaşadığı bir semtti. Mesela o dönem ‘Gavroş’ adında, sadece Samatya’ya özel, Ermenice bir gazete çıkardı. Semtin kendi tiyatro ve sinemaları vardı. Bizim evin bulunduğu sahil tarafışimdiki gibi değildi, orada çok güzel bir plaj vardı. Yazları oradan denize girerdik, bol bol balık yerdik. Balıkçılıkla uğraşan çok fazla aile vardı. Anaokulunu oradaki bir İtalyan rahibe okulunda okudum. O sırada yabancı okula gidebilmek için ilkokulu Türk okulunda bitirme zorunluluğu getiren bir kanun çıktı.

• Siz ne yaptınız?

İlkokulda Türk okuluna gitmek durumunda kaldım. Sanırım o dönem insanların Türkçe öğrenmeleri için böyle bir zorunluluk getirdiler. Samatya’nın nüfusu o yıllarda neredeyse tümüyle azınlıklardan oluşuyordu. Türkçe bilmeyen çok aile vardı. Komşularımızın çoğu kendi dillerinde konuşurlardı. Ama benim ailem Osmanlıcaya çok hâkimdi, hem okur hem de yazabilirlerdi.

• Bu dönem Cumhuriyet’in ilk yıllarına denk geliyor, öyle mi?

Evet, Cumhuriyet’in ilk yılları. O yıllar soyadı kanununa göre ailemizin soyadı da Minasoğlu olarak değişmişti. İlkokulu Türk okulunda bitirdikten sonra ortaokula da Türk okulunda devam ettim. Ancak o dönemler türlü dertler açıldı başımıza. Almanya’da Ermeniler Talat Paşa’ya suikast düzenlemişlerdi. Onun cenazesi İstanbul’a getirildiğinde büyük bir propaganda oldu. 6. sınıftaydım. Tabii, o sene biz Ermeni öğrenciler müzik, resim, jimnastik gibi derslerden bile sınıfta bırakıldık. Baktılar olmayacak, ailem eğitimimi devam ettirebilmem için beni o okuldan alıp Saint Benoit’ya yazdırdı. Liseye kadar orada devam ettim. Liseden mezun olacağım sene, aklımıza gelmeyecek vergiler çıkınca okulumu son yılında bırakmak zorunda kaldım.

• Bahsettiğiniz Varlık Vergisi olmalı. O dönemi nasıl atlattınız?

Evet, Varlık Vergisi idi. O dönem herkes büyük sıkıntı içerisinde kaldı. Bizim vergiden kurtulmamızın ilginç bir öyküsü vardır. 1942 yılında ağabeyim Vahan, Fransız Renault firmasının İstanbul’da kurduğu ilk şirketin çalışanlarındandı. Vergiden önce evde çok büyük sayıda oto malzemesi stoklamıştı. Savaş dönemi gelince öyle bir karışıklık oldu ki, arabanın tek bir lastiği, arabanın kendisinden pahalı hale geldi. O yokluk ve sıkışıklıkta vergiyi koydular işte. Biz de elimizdeki oto malzemesi stokunu ve yaşadığımız ev dışında ne kadar mal varlığımız varsa hepsini satıp vergiyi ödeyebildik. Ama ben eğitimimden oldum mesela, babamın ve kardeşlerimin düzeni de bir daha yerine gelmedi. Ağabeyimin stokladığı oto malzemeleri olmasa gücümüz ailemize koyulan vergiyi ödemeye yetmeyecekti.

• Sizce vergi adil miydi?

Hayır, hiç adil değildi. Gelip bakıyorlardı, tuhafiyeci Agop. Dükkânı ne kadar eder bu adamın? En fazla bin lira… Bu adama koyuyorlardı on bin lira vergi! Bu durumda ödeyemedi tabii kimse... Bize gelen verginin miktarı da mal varlığımızın çok üzerindeydi. Ancak evdeki otomobil parçası stokunu bilmiyorlardı. Bizi o stok kurtarmıştır.

• Ödeyemeyenlere ne oldu?

Herkes biliyor. Çoğunu Aşkale’ye gönderdiler. Çok soğuk bir yermiş Aşkale. Bizim tanıdıklarımızdan da gidenler oldu, çok yazık, geri dönemeyenler de oldu. Çok karışık dönemlerdi bunlar, her gün “Başımıza ne gelecek?” korkusuyla uyanırdık. Bu olanlardan sonra kimse bir daha İnönü’yü seçmedi. Bir tek bizleri değil, Müslüman halkı da ciddi biçimde etkiliyordu bu olanlar.

• Sonrasında siz ne ile meşgul olmaya başladınız?

Okula devam edemedim. O dönemler fotoğrafa ilgi duymaya başladım. 1951’de Kodak şirketinin laborantlarından olan JoanArmes’in yanında çalışmaya başladım. O benim ilk hocam olmuştur. Çok sevdim mesleği... O zaman fotoğraf işi çok büyük oranda azınlıkların elindeydi. Müslümanların pek rağbet göstermedikleri bir işti. Uzun bir dönem orada tecrübe edindim. Ancak sonrasında başımıza 6-7 Eylül hadiseleri geldi. şirket olaylardan çok büyük zarar gördü, devam edemez duruma gelip kapandı. Ben de işimi kaybettim.

• O süreci aileniz nasıl atlattı?

Bizim evimiz Samatya’da idi. En ağır durumlar Beyoğlu civarında yaşandı ancak bizim mahalle de çok perişan olmuştur. O dönemde mümkün olduğu kadar Beyoğlu’ndan uzak durmaya çalıştık. Gerçi kalabalıklar birçok kez toplanıp diğer semtlere de dağıldılar ama biz şanslıydık galiba. Benim ailemde çok fazla dış evlilik yapanlar olmuştur; böyle dönemlerde Müslüman akrabalarımız bizleri kollardı. Ancak yine de eşimiz dostumuzdan çok zarar görenler vardı. Samatya’daki Rum kilisesinin yakıldığını hatırlarım…

• Tüm bu süreçlerin sonucu olarak, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldınız sanıyorum…

Evet, 1956’da İstanbul’dan ayrıldım. Paris’e yerleştim. 1962’ye kadar Paris’te yaşadım.

• Orada neler yaptınız, geçiminizi ne ile sağladınız?

Paris’e fotoğraf sanatçısı olarak gittim zaten. Hayatım boyunca fotoğraf dışında hiçbir işten gelir saylamadım. Başka bir iş yapmayı da düşünmedim. Orada öncelikle fotoğraf dalındaki eğitimimi tamamladım. Avrupa’da diplomanız olmasıönemlidir; alaylı olmak geçerli değil, diploma yoksa kimse yüzünüze bakmaz. Aynı dönem çok büyük bir şirkete girdim. İki tane helikopteri vardı; Marsilya’ya kadar iner tüm Akdeniz kıyılarından işleri toplar getirirdi. Türkiye’de fotoğraf alanında o büyüklükte bir şirket hiçbir zaman kurulmadı. Çok önemli kimyager ve fotoğrafçılarla çalıştım. Klasik fotoğrafıöğrendim. Laboratuvar bilgilerimi en üst seviyeye çıkarttım. Aynı zamanda tüm Avrupa’yı gezme imkânı buldum. Benim için çok faydalı bir dönemdir...

• Tekrar İstanbul’a dönme fikri nasıl gelişti?

İstanbul’u çok özlüyordum. İnsan doğup büyüdüğü yerden bir yere kadar ayrı kalabiliyor. O dönem fotoğrafta yeni teknikler çıktı, çok ilerleme oldu. İstanbul’daki kullanımı ve popülaritesinin arttığını duyuyordum sürekli. İstanbul iş yapabileceğim bir yer haline gelmişti. Zaten aklımda hep dönmek vardı. Aynı dönem Fransa’nın Cezayir muharebesi başladı. Ülke çok sıkıntılı bir sürece girdi. Paris özellikle göçmenler için yaşanmaz hale geldi. 1962’de kesin dönüş yaptım ama oradaki ilişkilerimi, bağlantılarımı hiç kaybetmedim.

• Nasıl bir İstanbul karşıladı sizi?

Çok değişmişti. Dostlarımın ve yakınlarımın çoğunu kaybetmiş olduğumu fark ettim. Ben Fransa’da iken birçoğu kentten ayrılmışlardı. Cemaat çok fazla küçülmüştü. Bitmişti aslında, kimseyi bıraktığım yerde bulamadım ki… Onca insana ne oldu, şimdi neredeler, birçoğunu hâlâ bilemiyorum.

• Dönüşte neler yaptınız peki?

İlk atölyemi Sirkeci’de açtım. Diğer taraftan manzara fotoğrafçılığı yaptım, tüm Anadolu’yu gezdim. O zaman Türkiye’de renkli baskılar yoktu. Fransa’daki laboratuvarın manzara neşriyatı yapan kısmında çalışmıştım. Keskin Color’un kartpostallarının bir kısmı benimdir. 2 binden fazla kartpostalım piyasaya çıkmıştı. Çok kıymetli bir makinem vardı o yıllar, Linhof - SuperTechnica. Aynı dönemde Sirkeci’de işler iyice büyümeye başladı, yetiştiremez hale geldim. Daha büyük ve merkezi bir stüdyo kurma kararı aldım.

• Stüdyo Osep’in ilk temelleri bu dönem atıldı o halde…

Evet, bu dönemde işin ilerleyeceğini anlamıştım. Beyoğlu’na taşındım. Ağa Camii’nin sokağında, şimdiki Hacı Abdullah lokantasının üst katında çok büyük bir atölye kurdum. 350 metrekareden iki katlı bir atölye, siz tahmin edin. Binanın bodrum katını da depo olarak kullanıyordum. Toplamda bin metrekareye yakın bir alanım vardı. Bu atölyede 20 metrekarelik dev fotoğraf baskılarından renkli portrelere kadar, fotoğrafın her türlü alanında çalışmaya başladım. Renkli filmleri de ithal etmeye başlamıştık bu dönem.

• Fotoğraf alanındaki altın döneminiz böylece başlamış oldu…

Bir süre stüdyonun adını‘Stüdyo Osep’ olarak devam ettirdim ancak sonradan ‘Stüdyo Show’ olarak değiştirdim. Yoğun olarak Yeşilçam’a çalışmaya başladım çünkü... Peri mecmuasının o yıllardaki sahibi Mahmut Zeki bana geldi, mecmuasının tüm fotoğraf ve poster işlerini bizim atölyeye verdi. Stüdyo Show’da senelerce yanımda 35 insan çalıştı. Bugün dahi çok az atölyenin bu kadar çok çalışanı vardır. O dönem İstanbul’da öyle bir yer yoktu; çok tutuldu. Dönemin tüm ünlüleri bize gelmeye başladılar, Zeki Müren’den Hülya Koçyiğit’e, Kadir İnanır’dan Engin Çağlar’a dek, şu an adlarını hatırlayamadığım tüm sanatçılar bizle çalışmıştır.

• Nasıl bir meslekti portre fotoğrafçılığı?

Sahne sanatçılarını tatmin edecek fotoğraf çekmek çok zordur. Mükemmel sonuca ulaşabilmek için çok fazla çekmek lazım. Hiç ekonomi kabul etmezdi o iş. şimdi dijital var, yüz tane fotoğraf çekip bakıyorlar. Eh, elbette bir-iki tanesi iyi çıkıyor sonuçta. Bizim böyle bir avantajımız yoktu. Çok iyi rötuş yapmak lazımdı. Bir de, herkesin ayrıayrı kaprisleri var. Müşteri stüdyoya gelir, daha fotoğraf çekilmeden başlar, “Zaten saçım da kötü, iyi çıkmaz bu resim ama sen yine de bir dene bakalım, nasıl olacak” der. Yani daha başında, fotoğraf çekilmeden beğenmemiştir aslında; şartlanmıştır kötüçıkacağına. Ama iyi sonuç aldın mı parası da o derecede iyi geliyordu. Birçoğu bizim sunduğumuz fiyata hiç bakmazlar, çeki yazıp bırakırlardı. Çok dolgun olurdu karşılığı.

• Stüdyo sadece bu işle mi dönüyordu?

Hayır, hiçbir dönem Yeşilçam’la sınırlı kalmadım. Diğer taraftan sanayi fotoğrafçılığı da yapıyordum. Bu, çok daha büyük teknikler gerektiren bir konudur. Singer’den, Electrolux’ten, Arçelik’e kadar birçok firmanın görsel malzemelerini ben hazırlamaya başladım. Akıl almaz paralar kazandık o dönem. İçerisinde bulunduğum stüdyonun iki katını da satın aldım. Birçok işin Türkiye’deki ilk örneği bizdeydi, bu nedenle herkes bize gelmeye başladı. Mesela ilk dia pozitif filmleri Türkiye’ye ben ithal ettim. Bunun yanında, çok büyük bir elektronik malzeme donanımımız vardı.

• İşin laboratuvar alanındaki gelişimiyle de ilgiliydiniz o halde…

Benim asıl alanım laboratuvardır zaten. Stüdyonun fark yaratan en önemli özelliği laboratuvar teknikleriydi. Bütün malı Avrupa’dan ithal ediyordum, bir aldık mı kamyonla alıyorduk. İç piyasaya neredeyse hiççalışmadım. Fransa’da gördüğüm laboratuvar eğitiminden dolayı kimyasalların çok büyük bir bölümünü kendim üretebiliyordum. Bu, o dönem için mucizevi bir şeydi ve kimsenin kalkışabileceği bir iş değildi. O dönemler biraz da “Neden bu adam bizden hiç mal almıyor?” diye husumet başlamıştı. Ama ithalatçı belgem vardı, sanayici kotasından getiriyordum malı. İç piyasayla çalışmama gerek yoktu, zaten benim ihtiyaçlarımı karşılayacak malzeme yoktu iç piyasada. Dönemin en iyi rötuşçuları benle çalışırdı o yıllar, çünkü en iyi imkânları ben sağlardım. Sinema filmleri basan makineye kadar her türlü donanımı fevkalade biçimde İstanbul’a taşımıştık.

• Şimdiki sürece uzanan düşüş dönemi nasıl başladı?

Sonrasında işler gitgide karışmaya başladı. Çalışanlar işi suistimal ettiler. Ben Fransa’dakiçalışma ahlakı ve güvenini buraya taşımaya özen gösterdim, ancak olmadı. Hırsızlıktan tutun da dolandırıcılığa kadar her türlü problem kendi çalışanlarımdan gelmeye başladı. Atölyede güven, huzur bırakmadılar. Ben çalışanlarıma çok özen gösterirdim ve çok alçakgönüllü davranırdım. Sert olmak gerekiyordu belki de, bilemiyorum. İşin ucunu kaybettiniz mi, hele ki bu büyük bir iş ise, sonra yakalamanız çok zor oluyor. Borçlulardan alacaklarımın hiçbirini toplayamaz hale geldim. Tehdit edip zorla para isteyen bile oldu. Umulmadık dertler açıldı başımıza.

• Ne kadar sürdü bu?

1984’e kadar direndim. şöyle bir piyasa idi: Zenginseniz kimse size dokunmuyor ama biraz olsun sendelediğinizi gördüler mi herkes yakanıza yapışıyor. Kıskançlık vardı. O dönem Beyoğlu’nda neyim varsa yok pahasına satmak zorunda kaldım. Bir dönem şişli’de yeniden başladım ama yine olmadı. Mafyasından tutun da tefecisine, yalancısına kadar herkes bizi buldu. O sırada birkaç fotoğraf işine daha girip kurtarmaya çalıştım ama, yok... Sonra da ardı ardına ihtilaller geldi zaten. İş falan kalmadıülkede, yaşanan onca kıtlığın içerisinde kim ne yapsın fotoğrafı… 90’lı yıllarda işin içine bilgisayar teknolojisi girince fotoğrafçılık da bitti, nostalji olup kaldı bizim stüdyolar. Tüm zenginlik, servet uçup gitmişti o karmaşada. Düşündükçe kendim bile inanamıyorum yaşananlara…

• Ermeni olmanızın payı var mıydı sizce bu süreçte?

Elbette vardı. Eğer benim fotoğraf alanında Türkiye’ye sağladığım faydayı bir başkası sağlamış olsa idi, reisicumhurdan plaketler, madalyalar alırdı. Bizi kimse görmek istemedi. Diğer taraftan, piyasada da dışlanıyorduk. Büyük bir kıskançlık yaratıyordu bizim ilerlememiz. Buradaki fotoğrafçıların dünya ile hiçbir bağı yokken bizim atölyeye dünyada hangi ay hangi fotoğraf mecmuası yayımlanmış ise aynı hafta ulaşırdı. Fotoğrafta Avrupa modasını takip ederdik. Müşteriye Avrupa baskısı fotoğraf verirdik, onlar da bizleri kopya ederlerdi. Yerimize geçmek isteyen çok oldu elbette.

• Peki, kimse yok muydu? Cemaatten ya da yakınlarınızdan hiç mi destek alamadınız?

Kimsem yok, hiç evlenmedim. Ailemizin son çocuğundan 16 sene sonra dünyaya gelmişim ben, aramızda çok büyük yaş farkı vardı. En küçük bendim, uzun seneler önce de ailemden herkesi kaybettim. Fotoğrafları kaldı. Mesela iki Ağavni vardı, ikisi de sanatçıydı. Büyük Ağavni tiyatro tarihinde çok önemlidir. Küçük Ağavni ise şair ve sahne sanatçısıydı. Türkiye tiyatrolarının başrejisörü Kani Kıpçak eniştemdi. Akrabalarımın bazıları hâlâ hayatta ama bilemiyorum şimdi neredeler. Kimseye yük olmak istemedim aslında, işin aslı bu. Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda, tapusu bende olan büyük bir aile mezarlığımız var. Geçenlerde mezarlığın resmini çektim. Zamanında hepimiz için yer almışlar oradan, bana bir şey olursa en azından gömüleceğim yer bilinsin diye fotoğrafları birkaç tanıdığa bıraktım. Bir de ilan için para bırakacağım, ölünce ilan koysunlar gazeteye...

• Biraz daha eskiye dönersek, her şeyi kaybetmeye başladığınız dönem yaşamınızı nasıl idame ettirdiniz?

Sürekli olarak yer değiştirdim. Ermeni Katolik Kilisesi’nin yanında vakfa ait bir bina vardı, bizim Hacı Abdullah’ın sırasında. Bana oradan bir oda verdiler, ama bina öyle eski ki, cam yok, camı taksam çerçeve dökülüyor. Elli senelik arşivimin en değerli parçaları o dönemde ıslandı, çalındı ya da fareler yedi. Mahvolup gitti. Çatıöylesine akıyordu ki tamire imkân yok; bende de tümünü değiştirecek para yok... Sonra zaten binayı pavyon işleten bir zorbaya kiraya verdiler. Kapımı kırdılar, neyim var neyim yok sokağa attılar. O dönemler Matmazel Maya yetişti imdadıma.

• Matmazel Maya hayatınızın bu evresinde önemli bir yere sahip bildiğim kadarıyla.

Matmazel Maya ile elli sene evvel tanıştık, ben hâlâ“Matmazel” olarak hitap ederim ona. O dönemler İstanbul’da İsviçre sefirinin yanında sekreterdi. İsviçre’ye yerleştikten sonra İstanbul’la bağlarını koparmadı. Birkaç sene üst üste gelip beni bulamayınca endişeleniyor ve en sonunda bana ulaşıyor. Vaziyetim berbat, hem yaşlılık hem iflaslarla mücadele edemiyordum… Hiçbir düzenli gelirim kalmadığı için bana kendi cebinden bir miktar para bağladı. İşte o para ile yaşıyorum. Geçmişte ustaları olduğum bazı fotoğrafçı yakınlarımdan da yardımlar gördüm. Alman Hastanesi ve Gümüşsuyu’nun oradaki evleri kaybettim. Tarlabaşı’nda bir bodrum katına taşındım; orası da olmadı, sonrasında çok kez adres değiştirmek zorunda kaldım. Her adres değiştirmede bir şeyleri daha taşıyamaz hale geldim, bırakmak zorunda kaldım. Harika kedilerim vardı mesela. Çok akıllı kedilerdi, son süreçte onları da bıraktım…

• Böyle bir sürecin travmasını nasıl atlatabildiniz?

İlk başta çok şaşkındım. Öylesine şaşkındım ki gündelik hayatımı dahi kontrol edemiyordum. Kafam karmakarışık, kalakaldım. Hiçbir şey yapamıyordum, çünkü ne yapacağınızı bilemiyorsunuz… Benim yerimde bir başkası olsa idi muhtemelen intihar ederdi. Ama inat ettim ve hayata asıldım. Yaşamım boyunca hiç alkol, sigara kullanmadım, bunun faydasınışimdi görüyorum. Çok dürüst çalışırdım, kimsenin hatırını kırmadan, bozmadan, kötülük yapmadan. Dostum İbrahim Zaman çok iyi bir insandır. Ondan da maddi manevi büyük destek gördüm o dönem.

• Şimdilerde günleriniz nasıl geçiyor?

Ayazağa köyü diye bir yerde yaşıyorum. Burası benim olmam gereken eski muhitimden çok uzak bir yer. Gecekonduları yıkılan insanlar için bir site yapmışlar buraya. Bu sitenin kapıcı dairesi var giriş katında. İşte orayı ben kiraladım. Kiradan kalan para ile zor bela faturalarımıödeyebiliyorum ve Beyoğlu’na gelip gidiyorum. Satranca çok büyük ilgim vardır. Çoğunlukla satranç kulübünde zaman geçiriyorum. Artık pek oynayamıyorum ama oradaki oyuncuların, oyun esnasında fotoğraflarınıçekiyorum. Sonra o fotoğrafları bastırıp masanın üzerine diziyorum. Bir kartpostal bir lira. Kimisi almıyor, kimisi peşin alıyor, kimisi alıp “Sonra veririm” deyip gidiyor. Yani hayat, peygamber pazarı gibi işte…

(Bu söyleşi, 29 Şubat 2008 tarihinde Agos’ta yayımlanmıştır.)