Bienal Gezi mağduru oldu

13. İstanbul Bienali sona erdi, ancak ardından konuşulmaya devam ediyor. Bütün tartışmalar ve eleştiriler bir yana, Bienal’e yönelik beklentiler, kendisinden önce gelen ve aynı ‘kavramsal çerçeve’de buluştuğu Gezi Direnişi sebebiyle yükselmişti. Cem Dinlenmiş, Rafet Arslan, Merve Ertufan, Tutku Bulutbeyaz, Erdem Dilbaz ve Elif Gül Tirben’e bu yılki bienal hakkında ne düşündüklerini sorduk.

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

13. İstanbul Bienali sona erdi, ancak ardından konuşulmaya devam ediyor. Bütün tartışmalar ve eleştiriler bir yana, Bienal’e yönelik beklentiler, kendisinden önce gelen ve aynı ‘kavramsal çerçeve’de buluştuğu Gezi Direnişi sebebiyle yükselmişti. Cem Dinlenmiş, Rafet Arslan, Merve Ertufan, Tutku Bulutbeyaz, Erdem Dilbaz ve Elif Gül Tirben’e bu yılki bienal hakkında ne düşündüklerini sorduk.

Cem Dinlenmiş, karikatürist: Bienal kendinden söz ettirdi

Bu seneki bienali maruz kaldığı yoğun eleştirel hareketlilikle birlikte değerlendirmek gerekir. İzleyici rekorundan daha kıymetli olan, bana kalırsa, Bienal’e karşılık olarak üretilen tezler, yazılar, konuşmalar, grafikler, protesto eylemlerindeki inanılmaz artıştı. Kamusallıktan bahsediyorsak, bu geniş katılım ile, izleyici, sanatçı ve küratör arasındaki ilişki biçimlerinin yeni tezahürleri, en çok dikkatimi çeken durum oldu.

Merve Ertufan, sanatçı: Yalnızlaştıran bir bienaldi

Gezi ile birlikte, sanatla ilgilenenler olarak Bienal’in yapacakları, yapabilecekleri adına büyük bir beklenti içine girdiğimizi düşünüyorum. Belki bu, gerçekçi ya da haklı bir beklenti değildi, ama sanatın önemini, topluma yansıma kapasitesini, düşünsel bazda da olsa eyleme geçirme becerisini kanıtlayacak bir şeyler bekledik. Bienal’in sunduğu (zaten tek sunabileceği), bir sergiydi – içinde birçok etkileyici iş bulunduran bir sergi.
Mekânları gezerken hissettiğim bir eksiklik vardı: İzleyici olarak tek başıma gelip, tek başıma gezip, eve döndüğüm bir rutine dönüşmesi; yani dayanışmaya işaret eden bir kavramsal çerçeveye sahip serginin beni bu kadar bireysel bir tecrübede bırakması. Bunun böyle olması elbette bir seçimdir. Ancak Basel Abbas - RuanneAbou-Rahme ikilisinin ‘Tesadüfi İsyancılar’ (2012-2013) işindeki haydut-sanatçı figürünün ahlak, etik ve yasa kavramlarını sorgulayan tavrıyla gösterdiği cesareti Bienal’in genelinde görmek isterdim.

‘Ya Pazar ya ölüm’, Diego Bianchi

Tutku Bulutbeyaz, sanatçı: Kamusal alana taşınmamak şanstı

Malum, Bienal’in yeri, zamanı ve konusu belliydi. Belli olmayan, 31 Mayıs günü başlayıp, ülke tarihindeki en büyük sivil direnişe dönüşen olaylar zinciriydi. Böyle bir durumun, ülkedeki olayların en yoğun olarak yaşandığı şehirde yapılacak ve ‘kamusal alan ve kentsel dönüşüm’ bağlamını yoklayacak olan Bienal’i etkisi altına almaması mümkün değildi; öyle de oldu. Antrepo’da sergilenen, ChristophSchaefer’in aceleye gelmiş, ‘Gezi heyecanı’ kokan ‘Bostanorama’ işi ile Güney Amerikalı olmanın doğasında var olan, haksızlık karşısında örgütlü hareket etme, tecrübesini yaşam pratiği haline getirmiş toplumun sanatçılarından CinthiaMarcelle ve Tiago Mata Machado’nun ‘o Seculo’ (Yüzyıl) videosu, bu sürecin çağrışımlarını barındıran, ‘İstanbul’un Bienali’ne uyarlanmış, ‘Bienalize edilmiş’ birkaç işten ikisi.

Sergi mekânlarına nitelikli işlerin adil bir şekilde dağıtılmadığı görüşündeyim. Bienal’in SALT’taki ayağında işler, caddenin karşısında bulunan ARTER’deki işlere kıyasla daha hızlı tüketildi ve izleyici karşısında çok tutunamadı.

Bienal’in –vadedildiği gibi– kamusal alanlarda değil kapalı mekânlarda yapılması, bu yılki başarısını artıran, tesadüfi bir sonuç doğurdu. İyi çalışılmış bir bienal için belki de en istenmeyen şey aktivist bir şovenizmle mevcut alan dışına çıkılması olacaktı.

Fulya Erdemci’nin, tüm eleştirilere rağmen –Niyazi Selçuk'un protestosundaki tutumu gibi benim de katılmadığım birçok hareketi olsa da– önceki iki bienalden daha azını yaptığını ya da kötü bir bienal hazırladığını düşünmüyorum.

Elif Gül Tirben, sanat yazarı: İzleyici dostu değildi

Bu yıl, insanların akın akın Bienal’e geldiğini, farklı dünyaları anlamak için, merakla, samimi ve önyargısız bir çaba gösterdiğini görmek, Gezi Direnişi kadar umut vericiydi. İKSV’nin ve Bienal ekibinin yıllar içinde ne kadar önemli bir şeyi başardığı ve bu başarıyı etkinliği ücretsiz yaparak katladığı ortada. Ancak belki artık, İstanbul’un ve Türkiye’nin kenarda kalmış coğrafyalarını temsili olarak sergilere taşımak yerine, kendi merkezinden dışarı, tekrar ve daha uzağa çıkmayı denemenin zamanı. Dileğim, Anadolu’da büyük emeklerle, bin bir zorlukla kurulan ve ayakta tutulan kurumlarla, insiyatiflerle ortak projeler üretilmesi; Bienal’in yalnızca Batı’ya değil, kendi arka bahçesine de odaklanarak, etkinliği daha uzun bir süreye yayması.

Bu seneki, yakaladığı izleyici sayısına rağmen, ‘izleyici dostu’ bir bienal değildi. Arter’deki düzenleme sakin ve etkiliyken, Antrepo’dakikaos ve gürültü insanı acilen mekânı terk etmeye zorluyordu. Serginin sunduğu en önemli fırsat, kamusal alana dair sözü olan işlere, farklı sanatsal tavırları ve estetik tercihleri yansıtan geniş bir yelpazede yer verilmesiydi. Bununla birlikte, son derece özensiz işler, güncelliği kalmayan sanatsal tavırlar da gördük. Örneğin Diego Bianchi’nin, SALT’ın girişindeki, sokağı ve direnişi galeriye taşıma sevdasındaki yerleştirmesi ‘Ya Pazar Ya Ölüm’, zaten sokakta direnişin ve yaratıcılığın âlâsını ortaya koyan izleyicide “Bu muymuş güncel sanat!” şeklinde bir reaksiyon yarattı. Bu anlamda, Gezi’nin zamana yayılan etkisi, ‘kamusal alan yaratma’ söyleminin arkasına sığınarak, yaratıcılıktan, içerikten yoksun, kolaycı işler üreten bazı sanatçıların pratiklerini de tartışmalı hale getirdi. Bu tarz işlere sergide yer veren, hatta –Hollandalı sanatçılar Osterholt ve Uitentuis’in ‘Yardım Eden Eller’ işinde olduğu gibi– onları öne çıkaran küratöryel yaklaşım ise başka bir tartışma konusu.

‘Yüzyıl’, Cinthia Marcelle ve Tiago Mata Machado

Rafet Arslan, sanatçı/ eleştirmen: Bienal Gezi’yi dayanışmaya çağırsaydı, onlar gelirdi

Bienal ile ilgili bir metin çıkmamasının gerekçesi bu durumun karmaşıklığından öte (ki olabildiğince berrak bir kareydi), kifayetsizliğiydi.

Nasıl mı? Tam da şöyle- topun gelişine…

‘Kamusal Simya’ başlığı ilk açıklandığında, simya ve gizli ilimlere kendi haddince meraklı bir özne olarak tam şunu düşündüm: Kamusal simya diye bir şey gerçekten var mı, ya da yeryüzünde hiç deneyimlendi mi?

Yanıtı ‘hayır’ olan bir soruydu bu ve sanırım Bienal yönetimi ‘imkânsızın politikası’ndan da güç olan söylem üzerinden kendi sanatsal pratiğini kurmak istedi. Seçtikleri sözcük büyülüydü, yabandı; ütopyaydı. İçini nasıl dolduracaklarını kendilerinin de pek bildiğini sanmıyorum. Sözcüğün yarattığı auranın kamusala değin her şeyi içinde toplayacağını düşünüyorlardı belki de.

Zaten başlık da, kendisi gibi yaban bir var oluş olan Bizansiyyalı şair Lale Müldür’den alınmıştı. Belirsiz, gizemli ‘kamusal simya’ ve yaban şairin ‘Anne ben barbar mıyım?’ deyişi yan yana geldiğinde, Bienal yönetiminin oluşmasını arzuladığı auranın meydana gelmemesi için hiç bir sebep yoktu.

Ama halk için büyük bir şans, Bienal yönetimi için şansızlık sayılabilecek, hiç olmayacak olan, birden bire oldu... Evet bu gerçekten ‘kamusal bir simyaydı’, mucizeydi ve bir ilkti..

Sokağa çıkan insanlar 31 Mayıs öncesinde hayatlarındaki can sıkıntısının, boşluğun, heyecansızlığın ve ayrılığın nedenlerini bire bir deneyim ile ölçmüşlerdi. AKM’nin ya da Gümüşsuyu’ndaki otobüs durağının saptırılması (detournement), İkinci Yeni şairlerinin yeniden ve ilk kez kaldırımlarda/duvar başlarında yeniden doğuşu, barikatların birer strüktür olarak varoluşu gibi bariz örneklerinde sıcak yaz, yaşamın sanatlaşması, sanatın da iptaline yönelik güçlü bir deliller oluşturmaktaydı.

Bu beklenmeyen ayağa kalkış sadece Bienal’in tüm söylemlerini değil, kendini salt Bienal ve onun ana sponsoru şirkete karşıtı olarak konumlandıran bienal protestocularının pratik varlığını da etkisizleştirdi. Zaten Bienal ve onun karşıtları, sürekli  kamusalcı olma vurgusunda tuhaf  bir biçimde yan yana gelmekteydiler. Avangard’ın sürekli hasıraltı edildiği bir coğrafya da Ecegil’in ‘karakamu’ tespitinin de muhalif dilde amneziye uğraması hiçte şaşırtıcı değildi.

Bienaldeki mekânlar, sergiler, dizilişler üzerine çok da konuşmak zor. Zaten sokakta aşılmış bir Bienal’in acı kaderi bu. Yoksa düzünden baktığınızda Salt’ın girişine yerleşen sokak simülasyonu ister istemez bir ‘Gezi pornosu’ çağrışımı yaratıyordu. Antrepo yığma mantığıyla düzenlenmişti; sergilemenin mantığını çözmek zordu, hangi kurgu, etkileşim, iletişime geçme kaygılarını taşıdığı belirsizdi. Arter’in son zamanlardaki sergi performansları çıtayı çok yükseltmişti ki Bienal sergisi de bu çıtayı ne yazık ki aşmaktan uzak gözüktü. Galata Rum Okulu ise Bienalin en net sergisi gibi duruyordu.

Tek tek baktığımızda yurtdışından davet edilen seçki, özenli ve iyi duruyordu. Çokça bilinmeyen ama sıkı sanatçılar da vardı aralarında. Zaten insanların her sene üzerinde durduğu şey ‘yerli sanatçı’ listesiydi. Kimin nasıl seçildiği, iki bin başvurunun nasıl elendiği, uzaklık yakınlık hesapları, kimin hak ettiği ya da kimin kültür elitleri ile biat ilişkisi sürdürdüğü. Şükür ki bu polemiğin sonlandırıcısı sıcak yaz oldu; olan onca şeyden sonra kimse bu gösteride kim var kim yok üstelemedi.

Şimdi asıl soruya gelirsek: Bienal yönetimi neden Gezi’yle birlikte tüm söylem, pratik ve sunumlarını bire bir bu toplumsal hareketle birleştirmek/bütünleştirmek istedi? Bunun neredeyse toplumsal hiçbir doğal zemini yoktu. Eğer bu bir halka ilişkiler çalışmasıysa, sadece ülke dışından Bienal’i takip ya da ziyaret edenleri ikna edebilir. Ülke içinde ise kendi manifestosunu kamusallık üzerinden yazan bir bienalin kamusal alandan çekilmesinin izahı yoktu. Bienal sözcülerinin ‘kamusal alandan çekilme’ konusuyla ilgili olarak tekrarlanan muğlak yanıtları, sanki bürokratik bir engel-yasak ile karşılaştıkları havasını oluşturmaktadır. Ama küratörler buna dair ne bir ifşada bulunmuş, ne de en açık sorulara net yanıt verebilmişlerdir.

Varsayalım Bienal böyle bir zorlama ile yüz yüze kaldı; peki o zaman neden şimdi tam bir örtüşme içindeymiş gibi davrandıkları Gezi Hareketi’ni dayanışmaya ve pratiğe sahip çıkmaya çağırmadı?  Ki Gezi gelirdi...

Her sene -neredeyse- gelenekselleşerek yapılan halka açık açılış neden bu sene düzenlenmedi?

Geçmişin iki üç bin kişilik coşkulu açılışlarının, bir protestoya dönüşmesinden mi çekindi ‘Kamusal Simya’ başlığının mucitleri? Eğer kendilerine yönelik protestolardan çekindikleri için (nedense The Marmara’da yapılan ve protestocuların Bienal yöneticilerinin talimatıyla güvenlik tarafından karga tulumba dışarı atıldığı toplantı gözlerimizin önünden gitmiyor) iptal ettilerse çok yazık ettiler.

Eğer bu halka açık açılış gerçekleşseydi, binlerce insanın atacağı “her yer Taksim, her yer direniş” sloganı sadece siyasi otoriteyi ürkütebilirdi. Ama aynı zamanda Bienalin iddiasında olduğu kamusallığı, sokağı, meydanı, insan hakları idealini hakikat kılar ve küratörlerin Geziyle bir olma idealini de gerçek kılardı. Ama olmadı..

Erdemci’nin 2000’lerin başında ‘yaya sergileri’nde yakaladığı enerjinin tekrarlanması zordu ama bir olasılıktı. Belki de; kendisine yapılan punk tanımlamasından gurur duyan ve “akıntıya karşı kürek çeken yapılar ortaya koymam açısından ‘punk’ tanımlamasını hak edebilirim” diyen Bienalin eş küratörü Fulya Erdemci de bunun olabilmesini isterdi. Protestocuların sürekli yüzüne tuttuğu kameranın yarattığı erotik fazladan rahatsız olma hakkı meşruuyken, olayın karakolda biten bir gösteriye dönüşmesinin de bir tarafı olma şansızlığını yaşamıştı. Sonrasında yaşanan ‘geri çekilmenin’ kararı kendisine mi ait, bunu belki de asla bilemeyeceğiz.

2005 yılında gerçekleşen ‘İkinci Yaya’ sergisinde Tünel meydanındaki heykele Ayşe Erkmen’in yaptığı müdahale bir vandalist eyleme maruz kalınca, Erdemci şöyle demişti:  “Üzerine grafiti yapıldı, yolundu, tekme atıldı ancak sabotaja uğrayacağını düşünmemiştik. Bu sergi kamusal alanda, kentlinin ilgisini çekmek için hazırlanmış bir sergi. Bu da kentin bize verdiği cevap.  Ancak sert ve şiddet dolu bir cevap.”

Bienali kamusal alandan geri çekmeseydi Erdemci, ‘karakamu’ya karşı sokakta kendi kamusallığını ilk kez geri almış kentliden bembeşke bir tepki alacaktı; “Aşk örgütlenmektir” diyen Gezi’yi… Ne yazık kaçan fırsat bu oldu.

13. Bienalden çıkan en çıplak sonuç artık sanatın marja, derine, tekinsize ve sokağa taşma hevesidir. Şu anda kurumsal sanatın yönetiminde olanlar, kendilerini toplumsal anlamda Gezi gezegeninde hissetseler de, sokakta oluşan simya ile tinsel bağlardan nasıl ırak olduklarını uzun uzun düşünmeliler.

Erdem Dilbaz, prodüktör: Neden Bienal’e gitmedim?

Aylar öncesinden tartışmalar başladı, tek tek izledik. Küratörlük kamarasında bilgisine güvendiğim bir isim vardı; Fulya Erdemci. Çağdaş sanat adına iyi işlerin görünürlüğünün olacağı belliydi. Belliydi belli olmasına da biz bir şey anlayacak mıydık orası meçhuldü gene.

Çağdaş sanat, tasarım, mimari, elektronik sanatlar, vs. gibi estetik ve fikirle ilgili hemen her disiplini hem işim hem keyfim gereği düzenli olarak takip ediyorum. Onca şeyi takip etmeme rağmen bu yılki bienalin hiçbir mekânına uğramadım, bir tek Burak Arıkan’ın ‘Mülksüzleştirme Ağları’ projesini bilgisayarımdan açıp bakabildiğim ve ağ yapılarını sevdiğim için gördüm. İş çok başarılı, net, işlevsel ve kafa açıcı. Mülksüzleştirme Ağları’nın özeti kamusal alandaki ihaleleri ve bu ihaleleri alan firmalar ile kişilerin devlet ve kendi aralarındaki ilişkilerini göstermesi. Tüm ilişkiler nal gibi ortada görünüyor, izleyen de kafasındaki bilgileri bu ağlar üzerinden doğru ilişkiler üzerine oturtup kendi düşüncesiyle hem zamanına hem de geleceğe dair öngörülerde bulunabiliyor.

Velhasıl kelam bu işin beni heyecanlandırmasıyla bienal işlerine burun kıvırmamı karşılaştırdım. Uzun süredir de gittiğim tüm bienallerde bir tur atıp çıkıyordum. Bu sefer onu bile yapmadım. Bunun nedenlerini düşünürken farklı yaş aralıklarından insanlarla konuştum. Sergi salonları, galeriler, bienaller, vs. hakkında neler düşündüklerini laf arasında sordum. Kendimce uydurduğum teorilerin bir dayanağı var mı, başkaları da böyle düşünüyor mu diye merakla her söyleneni dinledim. Onca yıl sonunda çağımızda bienaller ve sanat eserlerine yönelik nasıl bir tavır takındığımızı az çok anladım: Tüketemediğim sanattan zerre keyif almıyorum.

Buradaki tüketim bazı parametrelerden bir veya birkaçını içinde barındırıyor: Metnini okumadan gördüğümde etkileneceğim, duruşuyla vuran heykel gibi olacak, varsa renklerinin uyumunu seveceğim, dokunup oynayıp başka formlara dönüşümünü izleyeceğim yani dinamik olacak, video işi ise 40 dakika orada beni tutmayacak, vesaire. Çok tanıdık geldi bunlar bana ve fark ettim ki işte bunlar hep tüketim toplumu.

Tüketim toplumuyla bir derdim yok benim, hiçbir şeyin mükemmel olmayacağını ve sürekli devinimde gelişeceğini, bu dönemin de bize denk geldiğini görüyor ve kendimce rafine etmeye çalışıyorum. Haliyle sanat eserine karşı da böyle bir refleks geliştiriyorum. Kısa sürede etkilenip basıp gideceğim yanından. Bu sebeple, her birini tek tek okuyup anlamak için kafa yorsan bir aydan fazla zamanını alacak bienali bir çağdaş sanat panayırı olarak görüyorum.

Şu haliyle bienaller hayatının merkezinde çağdaş sanat olan kişiler için verimli ve okunabilir. Benim için ise ızdırap. Mesela bir tanesi var benim yakalayabildiğim İstanbul Bienallerinden, o da 2001’de Yuko Hasegawa’nın küratörü olduğu ‘Egokaç’dı. Öyle güzel işler vardı ki sanattan anlasın anlamasın duyan herkes koşup gidiyor, oyuncaklarla oynuyor, girdiği mekânlardaki enstalasyonlara hayretle bakıp etkileniyordu.  Bu yılki bienal dışında günümüze kadarki diğer tüm bienallere de gittim, ama hiçbiri ‘Egokaç’ kadar oyuncaklı ve eğlenceli değildi.

Hakkını yemeyeyim, Hou Hanru’nun kuratörü olduğu 2007 bienali “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik” de de baya tatlı ve sert işler vardı, tabi anladığım kadarıyla.

Hele bu sene, hem iktidarın hem muhalefetin hem sanatın sokaklar olduğu bir yılda bu bienalin b’sine bakmadan “gitmek istemiyorum” dedim kendime. Sanat - Sermaye ilişkisine girmiyorum hiç -ayrı bir konu- Benim kişisel derdim sanatın bu kadar burnu havada bir yerde durarak, kendisini köşeye sıkıştırmasıdır. Kentin belirli bölgesinden ayrılmayı riskli bulan kurumlar, sponsorluğun logoların ebadında tartışıldığı anlar, kentte yaşayanlardan ayrı spekülasyonlarla değer biçilip el üstünde tutulan çalışmalar ve gerçekten zerre anlamadığım, anlamak için saatlerimi isteyen işlerle bienaller gittikçe sıkıcı olmaya başladı. “Anlamıyorsan senin kapasiten” gibi ilkokul seviyesinde eleştiriler de geliyor bazen, belki haklılar. Benim de sıkıntım orada; sen anlatamıyorsun belki ve bekliyorsun ki “bir kısım” anlasın. Bienalin diğer handikabı da bu zaten, sanatçının izleyicisi çok geniş. Herkese hitap etmeyi başaramayabiliyor. Bazı işleri herkes anlıyor bir şekilde; o da yetenek demek ki. Şu an benim gördüğüm daha çok “ben bunu yaptım” deyip sahadan çekilmek. Ben de gitmedim zaten.

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi