Benim İçin benden önemlisi yoktur

Max Stirner, 19. yüzyılın belki de en çok haksızlığa uğramış düşünürlerinden biridir. Siyaseten egoist, nihilist, anarşist gibi nitelemelerle anılagelen Stirner, her inançtan, her siyasal akımdan düşünürün yanı sıra, birçok anarşistin de tepki gösterdiği, neredeyse herkesin elbirliğiyle karşı koyduğu bir filozof.

GAZİ BERTAL

Max Stirner, 19. yüzyılın belki de en çok haksızlığa uğramış düşünürlerinden biridir. Siyaseten egoist, nihilist, anarşist gibi nitelemelerle anılagelen Stirner, her inançtan, her siyasal akımdan düşünürün yanı sıra, birçok anarşistin de tepki gösterdiği, neredeyse herkesin elbirliğiyle karşı koyduğu bir filozof. Bu tahammülsüzlüğün başlıca nedenlerinden biri, Stirner’in, insanı yücelten ve aynı zamanda da koşullayan her türlü değeri ve kutsalı elinin tersiyle itmesi olsa gerek.

Ölümünden 40 yıl sonra…

Biricik ve Mülkiyeti
Max Stirner
Çeviri: Selma Türkis Noyan
Kaos Yayınları
456 sayfa.

Stirner, dönemin önemli düşünürleri olan Ludwig Feuerbach, Bruno Bauer, Moses Hess gibi kişilerle polemiklere girmiş, her türlü felsefi ve politik yapıya karşı ileri sürdüğü radikal fikirleri nedeniyle yalnızlığa itilmiştir. Yalnızlık ve sefalet içindeki yaşamının 1856’da bir böcek sokması sonucu nihayete ermesiyle unutulmaya yüz tutan Stirner’in tekrar gündeme gelebilmesi, ölümünden kırk yıl sonra, –kendisinden bariz bir şekilde etkilenmiş olan Nietzsche’nin popülerleşmesiyle– mümkün olabilmiştir. Onun vaktiyle hayli yankı yaratmış olan ünlü eseri ‘Biricik ve Mülkiyeti’ ise, 170 yıla yakın bir gecikmeyle de olsa Türkçeye çevrilerek okurla buluşturuldu. 1840’lerin başında, Berlin’de bir araya gelen ve adlarına ‘Özgürler’ denilen Genç Hegelciler, on yıl önce ölmüş ustalarının fikirlerini yorumlamak, tartışmak, düzeltmek ve sonunda toptan reddetmekle meşguldüler.

Berlin’deki Weinstube lokalinin müdavimleri arasına katılan Stirner, ‘Özgürler’den farklı olarak, topluma otoriter ve hiyerarşik niteliği nedeniyle oldukça sert eleştiriler yöneltiyordu. Feuerbach, Arnold Ruge, Bruno Bauer, Moses Hess ve bu tartışmaya sonradan katılan Marks’ın aksine o, Hegel’de mutlak olan her şeyi, tüm kurum ve değerleri reddediyordu. Stirner mutlak ilkeye saldırıyordu. Mutlak ilkeye dayandığı için dinsel inanca karşı çıkan Stirner, her türlü politik ve felsefi doktrinin dinsel süreci yeniden ürettiğini ileri sürüyor, ‘biricik’i, ‘kendi olan tek’i yok saydığı için kolektif, toplumsal yapıya dayanan çağdaş insancıl düşünceyi adeta çapraz ateşe tutuyordu.

Aydınlanmacı akla karşı belki de ilk kez bu çapta gelişen radikal karşı koyuş, Stirner felsefesinin en dikkat çeken noktalarından biridir. Genç Hegelcilerin hararetle tartıştığı ‘en yüce varlık insandır’ düşüncesini, dinsel sürecin devamı olarak gören Stirner, “İnsan günümüzün tanrısıdır ve İnsan korkusu Tanrı korkusunun yerini almıştır” diyordu.

Stirner’in ‘egoist’, ‘ben’, ‘kendi-olan’ veya ‘biricik diye tanımladığı ‘tek’, kendisini öteki teklerle, toplumla, kolektiviteyle çatışma içinde gerçekleştiriyor ve ortak insanlığı reddediyordu. Stirner’e göre, insan ve insanlık gibi genel kavramların geçerliliği yoktu. Hakkında somut ve geçerli bir bilgiye sahip olduğumuz biricik varlık insan tekiydi. Her tek benzersiz ve biricikti. Esas ve geçerli olan bu kendilik, biriciklik dışında hiçbir yasaya, hiçbir anlayışa, hiçbir inanca karşı yükümlülüğümüz yoktu. Ben Kendim olursam, beni baskılayan birçok şeyden de kurtulmuş olurum, diyordu.

Kendi-olan ‘tek’ ile kolektiviteyi oluşturan ‘birey’ arasına bir ayrım koyan Stirner, toplumu olduğu gibi, devleti de reddediyordu. ‘Kolektif insan’ı ve toplumu ‘tek, egoist, biricik’ karşısında daima üstün tutan devletin varlığının kaçınılmaz şekilde ‘tek’in, egoistin bastırılmasına bağlı olduğunu söylüyordu. Bu nedenle egoist ile devlet arasındaki mücadele kaçınılmazdır, diyordu; tıpkı anarşist ile devlet arasındaki özgürlük mücadelesinin kaçınılmazlığı gibi. Ancak özgürlük fikrinin de yüceltilip efendileştirilmesi halinde –her türlü fikir gibi– özgürlüğün de misyoneri, neferi olunabileceğine dikkat çekiyordu.

Keza, insan arzularının mutlak bir ölçü olarak tâbi kılındığı hak, adalet ve aklı da ‘Tin’in egemenliği olarak görerek şöyle diyordu: “Hiçbir hak talep etmiyorum, dolayısıyla kimseye bir hak tanımam gerekmez. Neye gücüm yetiyorsa onu alırım, alamadığım hakkımın varlığıyla ne övünürüm ne avunurum.” Hakkın, üstün bir merciden talep edilmesi itibarıyla nihayetinde bir lütuf olduğunu tespit ederek, hak mücadelesini tümüyle reddediyordu. Şüphesiz, Stirner’in savunduğu güç başkaları üzerinde iktidar kurulması anlamına gelmez çünkü başkaları üzerinde kurduğumuz hakimiyet, kendimiz olmayı, biricik olmayı ortadan kaldırır.

Stirner, çağdaşı olan birçok aydınlanmacı, toplumcu ve devrimci düşünürün ileri sürdüğü gerçekçi, hümanist, özgürlükçü fikrin aslında nasıl otoriter, tahakkümcü, tektipleştirici bir zihniyet içerdiğini tüm açıklığıyla ve güçlü bir belagatla ortaya koyar. Her insanı benzersiz ‘tek ve biricik’ görerek egoizminin hareket noktasını bu özgünlüğe dayandıran Stirner, ‘benim için benden daha önemlisi yoktur’ şiarıyla bizi, kutsal bir değere dönüşen her aidiyeti sorgulamaya yöneltir.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ