Torunlar bir arada şifalandı

Konferansın en çok dikkat çeken buluşmalarından biri Torunlar buluşmasıydı. Müslümanlaştırılmış akrabalarının hikâyelerini paylaşmak için ilk kez bir araya gelen torunlar, Psikolog Jülide Aral, tarafından yönetilen oturumda yıllarca suskunluğa mahkûm edilmiş hikâyelerini dillendirme ve paylaşma fırsatı buldu.

UYGAR GÜLTEKİN
uygargultekin@agos.com.tr

Basına ve diğer katılımcılara kapalı olarak gerçekleşen bu özel oturumun sonunda Jülide Aral, yaşanan travmalarla baş etmede anlatmanın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekti. “Travma zaten bireysel olarak çok ağır yaşanıyor. Tahirbatları çok yüksek. Bunun sır olarak taşınması çok ağır” diyen uzman, atölyedeki grup psikolojisinin olumlu etkisini de şu sözlerle ifade etti: “Halk arasında konuşulur ya ‘insan insanın zehrini alır” diye, aslında terapi süresi içinde danışan hep kendi konuşur ama sesi kendi kulağına geldiğinde daha farklı olur. Bunu hissetmeye ve fark etmeye başlar.  İçindekini, acısını boşaltması çok önemli. Bunu bu grup içinde yapması ise daha önemli. Grubun iyileştirici bir özelliği vardır. Gruba ait olmak. Bu atölyede bunu yaşadılar.”

Kabul gördüler, içleri yıkandı

Aral, Müslüman olsun ya da olmasın Ermenilerin bu buluşmada kendilerini görmeleri ve kabul görüyor olmalarının çok önemli olduğunu belirterek “Hepimizin ortaklığı var durumu çok önemli. Biz bu buluşmanın terapi olmadığını söylememize rağmen katılanların deyimi ile içlerinin yıkanıyor olması çok anlamlıydı” dedi.  Yaş farkının 20-60 arasında olduğu bir grupta kadın-erkek karışık bir grupta insanların duyguların ortaya çıkmasına izin verdiğini belirten Aral, birlikte ağlamanın ve gülmenin gücüne de işaret etti.

Hayatın bir noktasında Ermeni olduğunu öğrenmenin yarattığı travmanın ağırlığına dikkat çeken Aral, “Ayağının altında bastığın halı kaymış gibi oluyor. Bizim bir kimlik algımız var. Kendimizi tanıtmamız istenince tanıtıyoruz ve birden bire bize verilen bu sıfatların ve etiketlerin birden bire değiştiğini, alt üst olduğunu görüyoruz” diye açıklıyor bu travmayı. Ait olma ihtiyacının büyüklüğüne işaret eden uzmana göre aidiyetin bozulmaya başladığı durumda bocalama da kaçınılmaz oluyor: “Bu bozulan aidiyetin yerine diğerini nasıl inşa edeceğiz? İnşa ederken yalnız mıyız, birlikte mi edeceğiz? Kabul görüyor muyuz, dışlanıyor muyuz?”

Kimliğin esasen kuşaktan kuşağa geçtiğini de vurgulayan Aral, “En suskun ailede bile bir şeyler, birtakım değerler aktarılıyor. Bu aktarılanlar alenin dinamiklerini ve sitemini bir şekilde etkiliyor. Bu aktarılanların konuşulması pis bir suyu pompayla açmak gibi oluyor. Bir arınma ve temizlenme başlıyor. Fethiye Çetin’in kitabı bu sürece örnektir. ‘Anneannem’ kitabı toplumun önündeki büyük bir tıkanmayı kirlenmeyi acıyı pompaladı ve arkası geldi. O kitaptan o kitaplardan bugüne geldik. Bir yerden kırılma başladı, arkası geldi.”

Aral, farklılıkların kabul edilmesinin rahatlamayı pekiştireceğini de belirterek, son söz olarak asıl mucizeyi gerçekleştiren o adımı vurguluyor: “Önce kabul ederek başlamalıyız. Herkesi olduğu gibi kabul etmeliyiz. O zaman özgürleşme de sağlanmış olur.”

‘Dikilen tespih ağacı fidanının hızlıca büyüyüp çiçekler verdiğini gördük’

Torunların buluştuğu kapalı oturumun sonunda hazırlanan sonuş metni, konferansın son forumunda kamuoyu ile paylaşıldı. Duygusal metinde şöyle deniyordu: 

“Türkiye’nin çeşitli illerinden, yaşları 20 ile 65 arasında değişen 9 erkek ve 8 kadın katılımcı ile ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermenilerin Çocuk ve Torunları”’ adlı grup çalışması yapıldı.

Kayıp anneannelerimizi, babaannelerimizi, dedelerimizi, annelerimizi, babalarımızı buraya taşıdık, bazılarının gerçek ismi bile bilinmiyordu. Öykülerimizi anlattık, acılarımızı paylaştık. 3 gündür kimsesiz ve yalnız olmadığımızı gördük, mutluyuz. Konuştukça Türk-Ermeni, Kürt-Ermeni, Hıristiyan-Ermeni Müslüman-Ermeni, Süryani bütün bu farklılıkların azalmasını yaşadık.

Aynı duyguları acıları paylaşan, birlikte ağlayıp yasımızı tutmaya başlayan bir grup olarak kopan tespih tanelerinin tekrar birleştiğini ve dikilen tespih ağacı fidanının hızlıca büyüyüp çiçekler verdiğini gördük.

Korkusuzca kim olduğumuzu ne olduğumuzu, kaybettiklerimizi ortaya koyarak onların acılarını ve kendi kayıplarımızı dile getirerek bu yalnızlığımızı ancak böyle giderebileceğimizi fark ettik.

Bu 3 gün içindeki bütün bu çalışmalar aslında bizi rahatlattı. Öyküler daha da çok paylaşılsın ve farklılıkları ortadan kaldıralım ya da faklılıklarımızla birbirimizi kabul edelim. Ve de vicdanlı olalım ki bir daha olmasın.

Biz araftakiler Hıristiyan-Ermenilerin bizi fark edip aralarına alacaklarını bekledik. Ama şimdi artık yalnız olmadığımızı fark ettik. Bugün de bunu yaşadık. Yeni keşfettiğimiz, yeni öğrendiğimiz köklerimizdeki arkadaşlarımızın ‘dacik’ gibi sıfatlar takması bize kendimizi dışlanmış, kirlenmiş, aşağılanmış hissettiriyor.

Hep birlikte ve bizim dışımızdakilerle de birlikte yasımızı tutmaya başladıkça, birlikte ağladıkça birlikte gülebileceğiz. Böylece iyileşme sürecimiz başlayacak.”