‘Hrant’ın Müslüman Arkadaşları’

Alper Görmüş Taraf gazetesinde bugün (17 Şubat Cuma) yayınlanan yazısında, 19 ocakta, Hrant Dink davasının hiçbir yere varmadan bitirilmesini protesto eden on binlerin arasında yer alan tesettürlü bir okurunun mektubunu paylaştı.

 

19 ocakta, Hrant Dink davasının hiçbir yere varmadan bitirilmesini protesto eden grubun içinde ben de vardım...

20 ocakta, benim gibi o yürüyüşe katılan ve kendisini “tesettürlü bir kadın” diye tanıtan Zeynep Bayramoğlu’ndan şu mektubu aldım:

“Bugünkü yazınız bana dün yaşadığım bir olayı anlatma isteği doğurdu; tesettürlü bir kadınım ve dün Hrant Dink’in kardeşim olduğunu herkese haykırmak için yürüyüşteydim. İnandığım disiplin ve vicdanım bedenimi oraya götürdü.

“Akşam saatlerinde twitter’da bir kaç cümle kurdum Hrant Dink’e dair. Çok sevdiğim bir arkadaşım bu ülkede kaleler var demişti bir keresinde, evet kalelerimiz var bizim, sağ, sol, muhafazakâr, liberal, Kürt, Ermeni... Kalelerin yaramaz çocukları var bir de, karanlık çökünce o kalelerden çıkıp başka kalelerin çocukları ile oynayan, ‘Çok tatlı yaramaz çocuklar var biliyorum. Bana göre Hrant Dink o yaramaz çocuklardan biriydi. Hep de öyle kalacak. Rahmet olsun’ dedim.

“Bir arkadaşım aradı sonra; rahmet olsun demişsin, hayırdır dedi. Anlamadım ilk, neden diye sordum. Biz onlara toprağı bol olsun deriz, biliyorsun dedi. Tekrar sordum, neden böyle dedin anlamadım diye, e onlar gayrımüslim dedi, toprağı bol olsun demek lazım.

“Ötekileştirmek, taşlamak, laf atmak bunların hepsi kötü, evet ama ben Allah’ın rahmetinden bir yaratılmışı mahrum bırakmaya zihnimde bir sıfat bulamadım.

Belki siz bulursunuz...”

Ben de bulamadım; Hrant’a rahmet dileyebilen Müslümanların sayısının dileyemeyenlerden fazla olmasını temenni edebildim sadece.

“Bu ülkenin iyi Müslümanları, ayağa kalkın”

Zeynep Bayramoğlu’nun mektubunu okuduktan sonra, kendimi yarısı boş yarısı dolu bir bardak suyu kafama dikmiş gibi hissettim; susuzluğum geçmemişti.

Ertesi gün (21 ocak) Yeni Şafak’ta Salih Tuna’nın yazısını okudum ve bu bana çok iyi geldi:

“Apaçık belli olan bir şey var: Hrant Dink cinayeti bin defa örtülse, bin defa açmak boynumuzun borcudur.

“Bu utançla yaşayamayız!

“Güvercinlere merhamet eden vicdanlara canını emanet eden bir cana kıyanların cemi cümlesi hesap verene kadar bu davanın peşini bırakamayız.

“Namus borcumuzdur bu.

“Sevgili dostum Markar Esayan’ın ‘soykırım’ konusunda yüreği sertleştiğinde dedesi eline dokunur, ‘Oğlum, Müslümanlar iyidir’ dermiş.

“Bu ülkenin iyi Müslümanları, ayağa kalkın.

“Yerde gördüğü yazılı kâğıt parçasını, harfleri çiğnenir korkusuyla alıp bir duvarın çatlağına sıkıştıran mana ikliminin insanları...

“Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, ayetinin yer aldığı kitabın müntesipleri...

“Fuhuşla geçimini sağlayan İsrailoğullarından bir kadının, susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe ayakkabısıyla kuyudan çektiği suyu içirdiğine muttali olunca, ‘bu merhametinden dolayı Allah onun bütün günahlarını affeder’ diyen rahmet peygamberinin ümmeti...

“Bu utanca daha ne kadar sessiz kalabilirsiniz.

“Ayağa kalkın.”

Dindarlar eylemlere neden katılmadı?

Zeynep Bayramoğlu ve Salih Tuna’nın yazdıkları, Hrant’ı uğurladığımız 23 Ocak 2007’den beri zihnimde taşıdığım bir soruyu yeniden canlandırdı: Acaba bu ülkenin dindarları Hrant Dink’in katlinin karşısında gerçekte ne hissettiler ve bu cinayetin arkasındaki karanlığı aydınlatmak için gerçekte ne kadar istekliler?

Aradan geçen beş yılda “Hrant’ın Arkadaşları”nın öncülüğünde yürütülen “Hrant için adalet” arayışına Türkiye’nin dindar Müslümanlarının yaptığı katkının cılızlığı, bu sorulara olumlu bir cevap vermeye pek fazla imkân vermiyor.

Peki, bu anlamlı ve hakkaniyetli bir ölçüt müdür?

Hrant, evet, Müslüman dindarlarla da dostlukları ve iyi ilişkileri olan bir insandı ama esas çevresi “laik-liberal-sol” kişi ve gruplardan oluşuyordu ve dolayısıyla ölümünün ardından başlatılan adalet arayışına katılanlar da ağırlıklı olarak bu çevrelerden oluştu.

Bu bileşim, Cumhuriyet mitinglerine, Anıtkabir’deki Atatürk anmalarına katılan başörtülülerin zaman zaman uğradıkları istiskal hatırlandığında, onlar açısından “uzak durulmasında fayda görülen” bir bileşim olarak algılanmış olabilirdi.

Etyen Mahçupyan, “Hrant’ın Arkadaşları” başlıklı yazısında (Zaman, 2 şubat) işin bu yanına da değinmiş, şöyle demişti:

“(...) Sonuçta Hrant’ın arkadaşları bir ‘sol’ kuşatmanın etkisi altında kalırken, Hrant’ın çizgisinden yürümek zorlaştı ve Hrant bu çevrelerin çizgisinin parçası kılındı. Hrant’ı anlamlı kılan şey, devlete yönelik eleştirisinden çok daha fazla, onun topluma dokunma, özellikle geniş muhafazakâr kitlenin yüreğine seslenmesiydi. (...) Ne yazık ki Hrant’ın kolay üstlenilen yarısı ile yetinilmiş oldu ve onun toplum zihnindeki yürüyüşüne destek verilemedi.”

Etyen Mahçupyan, bu çerçevedeki yaklaşımını T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği söyleşide biraz daha açtı:

“Hrant’ın cenazesi bir potansiyel gösteriyordu. O cenazede her kesimden insan, vicdani ve ahlaki bir duruşta biraraya gelebildi. Ama şöyle bir durum var; Türkiye’de yüzyılların getirdiği cemaatsel yapılar öyle yapılanmış ki, İslami ve laik kesim birbirlerini tanımıyor. İki kesim de kendi içinde bir dünya yaratmış ve orada yaşıyor. Siyasi adım atmak istedikleri zaman karşı tarafın davetkâr olup olmadığına bakıyor ve ona göre davranıyor.

“Farz edelim ki, Hrant’ın paraleli Müslüman ve Türk bir insan televizyonlara çıkıp aynı Hrant gibi, ama bu sefer Ermeniler adına konuşan, Ermenilerle ilişkileri anlatan bir adam olsaydı; gayrımüslimler olarak bu adamı çok sevseydik ve bu adam öldürülseydi. Cenazesine 100 binlerce gitseydik. Fakat daha sonra bu adamın adının her geçtiği etkinlikte bir sürü cüppeli insan tekbir getirerek yürüseydi, tek bir Ermeni veya laik kişi onların arasına girip bir grubun bir parçası olur muydu? Olmazdı. (...) Evet, sol tekbir getiriyor. Kendi jargonunu her yerde öne çıkartıyor ve bu bilinen, itici bir ses. ‘Ben bu toplumun bir parçası değilim, bu toplum yanlıştır. Ben biliyorum’ diyen bir ses. Bu, Müslüman kulağın yüzyıldır tanıdığı bir ses.”

“Hrant’ın Müslüman arkadaşları”

“Müslüman kulağın” laik-sol gösterilerde duyduğu sesler karşısında irkilmesi ve oralardan derhal uzaklaşması, sanırım hepimizin kolayca kavrayabileceği somut bir hakikat... Keşke öyle olmasaydı ama, ne yazık ki öyle.

Bunu anlayabiliyorum, fakat doğrusu Türkiye’nin dindarları ile Hrant Dink arasında böyle bir “engel” olmasaydı, dindarların Etyen’in tarif ettiği yoğunlukla bu adalet arayışına katılacakları konusunda ben o kadar emin değilim. Gerçek potansiyeli keşke bilebilseydik...

Fakat benim aklımda başka bir soru var: Bu ülkenin dindarları, Hrant Dink’in önce varlığına, ardından da hatırasına reva görülen zalimlik karşısında bağımsız bir inisiyatif geliştiremezler mi?

Daha somut söyleyeyim: Müslüman kimliğin belirgin bir biçimde öne çıktığı aktivist örgütlenmeler kendi içlerinden bir “Hrant’ın Müslüman Arkadaşları” grubu çıkaramazlar mı?

Bu grup, kendi belirleyeceği eylem biçimleri ve sloganlar etrafında toplayacağı kalabalıklarla dava sürecinin bundan sonrası için yeni ve taze bir vicdani ağırlık oluşturamaz mı?

Davayla ilgili olarak önümüzde başlıca iki mücadele alanı bulunuyor: Yargıtay aşaması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de sorumlu bulup yargılanmaları gerektiğine hükmettiği devlet görevlilerinin yargılanması... Şimdiye kadar yapıldığı gibi “görevi ihmal”den değil ama; geçtiğimiz günlerde Dink ailesinin yinelediği suç duyurusunda ifade edildiği gibi TCK, 83. Madde’deki “kasten öldürmenin ihmalî davranışla işlenmesi”nden...

Nedeni açık... Hrant’ın arkadaşlarının dediği gibi “Bu olayda kasıtlı davranışı olmayan, üstlerinden çekindiği için sesini çıkaramamış birtakım görevliler varsa, bunları bildiklerini anlatmaya zorlayabilecek bir yargılama ancak bununla mümkün olur. (...) Buradan alınacak ceza 10 yıldan az değildir, 25 yıla kadar uzanabilir”.

Hayal edin:

Türkiye’nin dindarları, alçakça katledilmiş Ermeni kardeşleri için devletten hesap soruyorlar...

Böyle bir durumda Türkiye’nin ruhunun nasıl değişeceğini sezebiliyor musunuz?

 

(Taraf)

Kategoriler

Güncel Basın