Yâ Kebikeç: Harun Karadeniz’in ‘Yaşamımdan Acı Dilimler’i

Emre Can Dağlıoğlu, uzun süredir basılmayan kitapları her ay “Yâ Kebikeç” köşesinde konu edecek. “Yâ Kebikeç”in ilk konuğu 60’lar solu ve öğrenci hareketlerinin önemli figürlerinden Harun Karadeniz’in 1977 yılında May Yayınları tarafından basılan otobiyografisi niteliğindeki Yaşamımdan Acı Dilimler kitabı.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU

misakmanusyan@gmail.com

Rivayet odur ki, düğün çiçeği bitkisinin suyu haşeratı öldürürmüş. Aslı Süryanice olan kebikeç derlermiş bu bitkiye. Bu bitkinin ezilmesiyle elde edilen suya kalem batırılarak, değerli kitaplardan haşerat uzak dursun diye kitapların üzerine “Yâ Kebikeç” yazılırmış. Uzun süredir gün yüzüne çıkmayan kitaplarımız, tekrar basılsın, daha fazla okunsun ve “haşerattan, nemden, ateşten ve dahi görünür görünmez affattan masum kalsın ve korunsun” diye bir kez daha “Yâ Kebikeç”…

Uzun süredir basılmayan kitapları konu edeceğimiz bu köşenin bu ayki konuğu, 60’lar solu ve öğrenci hareketlerinin önemli figürlerinden Harun Karadeniz’in 1977 yılında May Yayınları tarafından basılan otobiyografisi niteliğindeki Yaşamımdan Acı Dilimler kitabı. 60’ların ikinci yarısında İTÜ Öğrenci Birliği lideri olan Karadeniz, 1965’te Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) içinde belirginleşen ve sonrasında TİP-MDD ayrışmasına uzanan yolda, gençlik hareketi içinde TİP’ten yana tavır koyan ender isimlerdendir. Bu dönemi yorumladığı ünlü Olaylı Yıllar ve Gençlik kitabında, Karadeniz, özellikle 1969 sonrasında yaşananların “öğrenci hareketinin gücünü çoktan aştığını” ve “öğrenci eylemlerinin dejenere edilerek baskı rejimi için gerekçe haline getirildiğini” söyler. O döneme eleştirel bakışından mıdır bilinmez, Karadeniz ’68 hareketi için önemli bir isim olsa da, pek hatırlanmaz. Haksızlık etmeyeyim, Karadeniz’in 12 Mart sonrasındaki tutukluluğu sırasında sağ kolunda ortaya çıkan habis tümörün dönemin “saçma” hukuk düzeni sebebiyle yurtdışında tedavi edilememesi sonucu 1975’te yaşamını yitirmesi de bu unutulmada pay sahibi.

Karadeniz, Yaşamımdan Acı Dilimler kitabında tutukluluğu boyunca hastalığıyla ve mahkemelerle mücadelesini anlatıyor. Hatıraların “kapalı bir grup”u aşıp yazıya dökülmesine pek sık rastlamadığımız bu memlekette, bu kitap, Türkiye’nin kaotik olduğu kadar önemli bir dönemine tanıklık ettiği için değerli.

Elrom’u kim öldürdü?

Karadeniz’in kitabındaki en dikkat çekici ayrıntı, halen ihtilaflı bir konu olan 11 Mayıs 1971’de THKP-C tarafından kaçırılan ve sonrasında öldürülen İsrail İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kimin öldürdüğüne dair.  Mahir Çayan’ın ilk sorgusunda kendisinin, mahkemede ise daha sonra “MİT ajanı” olduğu iddia edilen Yüzbaşı İlyas Aydın’ın öldürdüğünü söylediği Elrom’la ilgili olarak Karadeniz, aynı koğuşta kaldığı İrfan Solmazer ile Ulaş Bardakçı’nın bir tartışmasına şahitlik eder. Solmazer, “Elrom’un kaçırılacağını hükümetin 8 gün önceden bildiğini” iddia eder (s. 40). Karadeniz, cinayetle suçlananların aklanması için bu durumun kamuoyuna duyurulması konusunda ise THKP-C’li gençlerin “gurur”unu bir türlü aşamaz.

“Heykele soldan çarptın”

İlişkisi olmayan örgüt davalarından dolayı, elinde hastalığı sebebiyle yurt dışında tedavi görmesi gerektiğine dair raporlar olmasına rağmen defalarca hapis yatan Karadeniz, bu konuya dair darbe hukukunun skandallarını belgeleriyle ortaya koyuyor kitabında. Bunun yanı sıra, Karadeniz’in kitabında yer verdiği taksicinin anıları ise Kemalist hassasiyet düzeyi açısından trajikomik.

1969’da bir gece yarısı, sarhoş olan taksici Ankara Sıhhiye’deki Atatürk heykeline çarpar ve kaçar. Kısa bir aramadan sonra bulunan taksici, savcının karşısına çıkarıldığında ise ona isnat edilen suçlar yüzüne okunur: “Büyüklere rezaletten, Atatürk’e hakaretten ve heykele soldan çarptığından dolayı solculuktan…”

Küçükömer’in “Önsöz”ü

Kitabı ilginç kılan ayrıntılardan biri de, İdris Küçükömer’in tanıştığı ve çok sevdiği Karadeniz’in ölümü üzerine bu kitaba yazdığı önsöz. Çalışmaları son derece dağınık halde bulunan Küçükömer’in bu kısa makalesi, Türkiye’nin sınıfsal ve ekonomik analizi niteliğinde. Makalede Küçükömer, “anti-emperyalist” mücadelenin  “sermaye ilişkileriyle uzlaşmaması” ve “demokratik sıfatına sahip olması” gerektiğini söyleyerek, bu bağlamda “Milli Mücadele”nin anti-emperyalist olup olmadığını tartışıyor. “Milli Mücadele”yi veren Jön Türklerin “kapitalist ilişkilerin bütünselliğindeki öze karşı” olmadıklarını ve “emekçi kitlelerle ilişki geliştirmek isteyen örgütleri tasfiye ettiklerini” belirten Küçükömer, aynı zamanda “merkezi bürokrat” olduklarından ötürü demokrat olamayacaklarını ve bu sebeple, “anti-emperyalist” sayılamayacaklarını yazıyor. Buradan yola çıkarak, Cumhuriyet’in “demokratik olmayan merkezi bürokrasiye burjuva ideoloji ithali” olduğunu söyleyen Küçükömer, Kemalist devrimciliğin de laisizm ve devletçilikten ibaret olduğunu, bu devrim adına tam bir kültür reddine gidildiğini ve ilkel burjuva birikiminin kaynağı olması için “artık transferi”ne aracılık edildiğini dile getiriyor. Küçükömer, Türkiye solunun Kemalizm’le ilişkisini bu çerçeve üzerinden eleştirirken, “artık transferi”nden bahsederken bile Taner Akçam’ın da belirttiği gibi “gayrimüslim” toplumların adını anmıyor. Hatta bunun da ötesinde, Küçükömer, “özellikle Hıristiyan ve farklı etnik gruplar”ın Osmanlı’ya karşı Batı tarafından korunduğuna yönelik genel geçer iddiayı yineliyor.

Kategoriler

Şapgir