Elde olmayan

Serhat Köroğlu, başkası olmak üzere yola çıkmak isteyen bir adamın hikâyesini yazdı: “Eğer olmayan bir el kaşınabilirse, olmayan bir kadın neden sevilmesin ki?”

SERHAT KÖROĞLU

Sigarasından derin bir nefes çekti. İçine, en derinlerine çektiği dumanı üflerken, artık dayanamayacağını düşündü. Gücünün tüm bedeninden, ruhundan çekildiğini hissetti. Masada duran sigara paketinin üzerindeki akciğer resmine baktı. Kendi ciğerlerini düşündü. Tam o anda, sol şakağına bir ağrı saplandı. Gözünü kapadı. Sol avuç içini ağrının saplandığı yere bastırdı. Dayanamayacaktı. Sigarasını sinirli bir çabuklukla kül tablasına bastırdı. Söndüremedi. Cılız bir duman yükselip durdu bir süre. Etrafına baktı. Sohbet eden, gülen, düşünen, okuyan, yazan, telefonla konuşan, telefonla uğraşan bir sürü insan… Bir uğultu. Tam tepelerine kümelenmiş, kalabalıktan beslenen uğultu. Son bir kez konuşalım diye yazmıştı. Son bir kez… Sonra gideceğim bu şehirden diye de eklemişti. Saat üçte, Reya Kafe’de. Mesajına cevap gelmemişti. Saatine baktı; üç çeyrek.

Sol şakağındaki ağrı her saniye şiddetleniyordu. Kolları dövmeli, küpeli, boylu poslu ve biraz sinsi bakışlara sahip garson, cambaz gibi taşıdığı tepsiden bir bardak çay bıraktı masasına. Garsonun gidişini seyretti bir süre. Sonra tekrar onu düşündü. Hiçbir sebep olmaksızın hayatından çıkıp gidişini son bir gayret kabullenmeye çalıştı. Şimdi gelse diye düşündü. Şuraya, karşıma otursa… Oturur oturmaz gözlerini gözlerime ‘Evet, dinliyorum’ der gibi sabitlese… Tam o anda, bir tutam saç gözünün önüne düşse ve zarif bir hareketle bu münasebetsiz saç tutamını kulağının arkasına atsa… Hiçbir şey söyleyemezdi, sadece yüzüne bakar, tıpkı şimdi olduğu gibi susardı. Karşıdaki anlardı söyleyecek bir şeyi olmadığını. Hışımla kalkıp giderdi. Giderdi. O hep giderdi. Hayatta yaptığı en iyi şey gitmekti. Oysa gitmek, o kadar yabancıydı ki… Hep birileri gider, o kalırdı. Hatta bazen sırf bu yüzden ölemeyeceğini düşünürdü. Ölmek de gitmekse eğer, herkes ölürdü de bir o kalırdı. Bir rüzgâr masanın üzerini yaladı ve kül tablasının içindeki külleri masanın üzerine savurdu. Saatine baktı; üç otuz beş.

O karanlık günü anımsadı. Nedense o gün, güneşli pırıl pırıl bir Ağustos günü olmasına rağmen, yağmur bulutlarının örttüğü bir gün olarak kalmıştı zihninde. Başkası var demişti. Hani tıpkı, ‘Yarın ne yapıyoruz’ der gibi söylemişti bunu. Başkası var. Bir de şu vardı tabii; ‘Elimde değil, üzgünüm’. Sonra gitmişti işte. ‘Başkası var, elimde değil, üzgünüm’. Elinde değil diye düşünmüştü, aşk genellikle elde olmayan bir şeydi zaten ve haliyle üzgündü. Ardından kapattığı kapının sesi saatlerce yankılanmıştı kulaklarında. Kızmamıştı. Kızmak istemiş, kızamamasına sinirlenmiş, en nihayetinde kendisine kızmıştı. Dışarıda tertemiz bir Ağustos güneşi vardı, mahallede top oynayan çocukların sesleri, bir teselli gibi saçını okşuyordu. Sol şakağındaki damara inat bir sigara daha yaktı. Garson yaklaşıp, ‘bir şey alır mısınız?’ bakışı attı, çay. Saatine baktı; üç elli dört.

Bir kahkaha yükseldi yan masadan. Hayata inat bir kahkaha… Dönüp baktı. Bir kadın. Kahkaha atan bir kadın. Sol şakağındaki damar, katran bağlamış akciğerler, bulanan mide, dönen baş. Sol şakağındaki damar, oyuna ortak olmak istiyordu, mesela şu an olduğu yerden çıkıp masanın üstünde dans etmeyi arzuluyordu. Bir an bir bıçak bulup şakağına tüm gücüyle saplama isteği duydu. Yabancı bir duygu değildi bu. Küçüklüğünden beri o damarı haklamak en büyük hayaliydi. Gelmeyecek diye düşündü. Başkası vardı çünkü. Ve elinde değildi. Ve üzgündü. O zaman o giderdi. Kalktı. Cebinden yirmilik çıkarıp masanın üzerine bıraktı. Kalabalık kaldırımlarda omuzlara çarpa çarpa yürüdü. Hatta birkaç yağız delikanlı dönüp ters ters baktılar. Aldırmadı. Yürüdü. Başı dönüyordu. Başkası vardı, başkası olmak istiyordu. Başkası gibi yürümeye çalıştıkça, kendine has adımlarına daha bir gömüldü. Yürüdükçe başkası olmak fikri, zihninde daha sağlam yer ediyordu. Nereye gittiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Biri durdurup, ‘Nereye gidiyorsun?’ diye sorsa, pekâlâ ‘Başkası olmaya’ diyebilirdi. Belki üç saat yürümüştü ki, durdu. Başkasıydı. Hissediyordu. Terk edilmemişti. Beyninin solunda hiçbir ağrı yoktu. Sigaradan tiksiniyordu. Saçlarına dokunmak istedi, kel olduğunu fark etti. Sağ elinin üzerinde bir kaşıntı hissetti. Diğer eliyle kaşımak için hamle yaptığında sağ kolunun olmadığını fark etti. Peki, olmayan bir kol nasıl kaşınabilirdi? Ayağı taşa takıldığındaysa, taşa takılan sağ ayağının olmadığını fark etti. Uyandı. Garson çayı bırakırken yalandan öksürmüştü. Ter içindeydi. Koluna sonra da ayağına baktı. Sigara elini yaktığında hızlıca fırlattı. Saatine baktı; dört on iki.

Beyninin sol tarafı ayrılıyordu sanki. Yan masadaki kız, her hukukçunun Dostoyevski okuması gerektiğini söylüyordu. Diğerleri de son derece haklı olduğunu, insan ruhunun derinliklerini anlamak için Dostoyevski’nin mutlaka okunması gerektiğini yineliyorlardı. Bir an dikkati yan masaya kaydı. Fakat beklediğini bulamadı. Her nasılsa muhabbetin bir yerinde, Dostoyevski’ye dokunup masadakilerden birinin mi olduğu bilinmez bir düğüne gidilip gidilmeyeceği tartışılmaya başlandı. Beriki, kendisini yoran dikkatini yan masadan toplayıp kül tablasına koydu. Gelmeyecek dedi. Gel-me-ye-cek. Elinde değil. E-lin-de de-ğil!

Biraz önce kaşla göz arasında gördüğü rüyayı düşündü. Olmayan bir el kaşınabilir miydi? Eğer olmayan bir el kaşınabilirse, olmayan bir kadın neden sevilmesin ki? Sol şakağındaki damar bir an sustu. Sonra tekrar başladı acıklı şarkısına. Zihninin durumu kabullenmek için çareler üretmesiydi tüm bunlar. Farkındaydı. Zihninin attığı can simitlerine tüm gücüyle sarılıyor, sonra bırakıyordu. Bedenindeki tüm güç parmaklarından damlıyordu sanki. Ayağa kalkacak mecali yoktu. Hem niye kalksındı ki? Başkası vardı, elinde değildi, üzgündü. Garsona el edip bir pizza söyledi. Garson içeri girip geldiğinde masaya servis açtı. Çatal, bıçak, ketçap, acı sos, peçete…  Garsonun kendisinden beklenmeyecek bir nezaketle tüm bunları masaya özenle yerleştirmesini izledi. Yan masaya baktı. Mesleki konuşuyorlardı. Hukuk dilinden anlamazdı. Beynindeki acı biraz sakinleşir gibi oldu. Sigarasını ciğerlerine çekiyor, dumanı son ana kadar bırakmıyordu. Yavaş yavaş tadını çıkararak içti sigarasını. Biten sigarayı kül tablasında özenle söndürdü. Tek darbede tüm duman kesildi. Derin bir uykudan uyanmışçasına gerindi, saatine baktı, önündeki bıçağı alıp tüm gücüyle sol şakağına sapladı.                                                                                                                                           

Kategoriler

Şapgir