İrlanda’da yaşayan tarihi miras

Yönetmen ve yazar Neil Jordan’ın son kitabı ‘Yanılgı’nın hikâyesi Dublin’de geçiyor. Mekânın hikâyeyle ayrı ele alınamayacak bir bütünlük oluşturduğu anlatılardan biri olan romanın Dublin’de geçiyor olması şüphesiz başta akla James Joyce’u, bilhassa ‘Dublinliler’ ve ‘Ulysses’i getirecek: İçinden çıkan yazarları tarafından işaretlenmiş, edebiyat atlasında yeri çoktan kesinleşmiş bir şehir bu.

 

İPEK KOTAN

Yönetmen ve yazar Neil Jordan’ın son kitabı ‘Yanılgı’nın hikâyesi Dublin’de geçiyor. Mekânın hikâyeyle ayrı ele alınamayacak bir bütünlük oluşturduğu anlatılardan biri olan romanın Dublin’de geçiyor olması şüphesiz başta akla James Joyce’u, bilhassa ‘Dublinliler’ ve ‘Ulysses’i getirecek: İçinden çıkan yazarları tarafından işaretlenmiş, edebiyat atlasında yeri çoktan kesinleşmiş bir şehir bu. Jordan’ın romanında sergilediği maharet biraz da bu ‘aşina zemin’i, edebi geçmişini yok saymadan ve sık sık anarak işlerken aynı zamanda kendisine ait kılabilmesinde saklı. 

İki farklı Dublin portresi

Konusu itibariyle okura hiç yabancılık çekmeyeceği bir izlek sunuyor ‘Yanılgı’: aynı şehirde farklı hayatlar yaşayan, fakat aşırı derecede dikkat çekici fiziksel benzerlikleri sebebiyle zaman zaman birbirleriyle karıştırılan iki oğlanın bu yanılgılar sebebiyle belirli aralıklarla kesişen hikâyeleri. Bilhassa mitolojiden ve gotik edebiyattan aşina olduğumuz ‘doppelgänger’ kavramından biraz bahsetmek açıklayıcı olacaktır: kişinin birebir aynı göründüğü bir ‘çift’ini imleyen bu terim, ‘karanlık ikiz’ olarak da karşılık bulmuştur. Robert Louis Stevenson’ın ‘Doktor Jekyll ve Bay Hyde’ romanı ve Edgar Allan Poe’nun ‘William Wilson’ adlı hikâyesi başta olmak üzere gotik edebiyatın pek çok önemli eserinde kendine yer bulmuş olan bu ikili figür, ‘Yanılgı’yı da bir tarafından bu geleneğe bağlayan bir fonksiyon olarak kendini gösteriyor: birbirinin tıpatıp aynısı görünen iki oğlan, aynı şehrin Liffey nehri tarafından bölünmüş iki yakasında farklı ama kesişen hayatlar sürmektedirler. Kevin’in, annesinin işlettiği pansiyonda yaşadığı işçi sınıfı ağırlıklı kuzey yakası, Gerald’ın seçkin bir hayat sürdüğü güneyin aynadaki tam eşleşmeyen bir yansıması gibidir. Bu ikiye bölünmüşlük sadece mekansal olarak değil zamansal olarak da varlığını hissettiriyor okura; anlatıcı Kevin’in geçmiş ve günümüz arasında gidip geldiği anlatısı, özünde aynı kaldığı varsayılan ama zamanın değiştirdiği iki farklı Dublin portresini ortaya koyuyor. Değişmemiş parkların, kaldırımların yanı sıra tamamen dönüştürülmüş mahalleler ve sokaklarla dolu…

Bu noktada, dikkati üstüne çekmeyecek kadar akıcı ama bir o kadar da ustaca şu manevraya dikkat çekmekte fayda var: yapısal olarak ele alındığında masalsı, gizemli bir atmosfere sahip bu hikâye aslında gotik edebiyattan devşirdiği belirli trüklerle son derece tarihsel ve politik bir altmetin de kazanıyor. Bu duruşun eseri bir kategoriden çıkarıp diğerine soktuğunu iddia etmek fazla olur, fakat güncel İrlanda edebiyatının ikilik/bölünmüşlük temasının bu kadar merkezi olarak ele alındığı bir eserinde bu tarihsel arka planı tamamen göz ardı etmek de muhakkak bir eksiklik olacaktır. Özellikle yakın tarihinin etno-milliyetçi ayrılıklar ve çatışmalarla işaretlendiği bir ülke olan İrlanda’da, bilhassa da başlangıç tarihi, İrlanda’nın Sorunlar Dönemi’nin başlangıcına denk düşen bir hikâyenin anlatılması elbette bir anlam ifade etmekte. Yazarın bir karakterine söylettiği şu söz, durumu bir nebze açıklıyor aslında: “Şablonlar türemenin, çoğalmanın bir yolunu, katılımcıların bilgisi dışında daima bulur. Bir lanet misali. Stoker biliyordu bunu. LeFanu. Maturin. Protestanların tamamı.” İsmi sayılan kişilerin tümünün gotik türünde eserler vermiş İrlandalı yazarlar olmasının yanısıra, kendini tekrarlayan şablonlara (patterns) dair söylenen sözü, tarih ve kültürün kaçınılmaz belirleyiciliğine dair, yazarın kendi eserini de kapsayan bir ifade olarak almak gayet mümkün. Bir başka karakterinin sürekli bahsettiği, aslen şair T.S. Eliot’a ait olan ‘nesnel mütekabiliyet’ (objective correlative) terimi ise gotik edebiyatın genelde göz ardı edilen, tarihsel ve siyasi olgulara dair söz söyleyen boyutunu açıklar nitelikte: bazı şeyler, doğrudan ifade edilmeleri çok güç olduğu için dolaylı olarak, bir “nesnel mütekabiliyet” ilişkisi içerisinde aktarılırlar. Bram Stoker’ın ‘Drakula’sını, gotik edebiyatın o en meşhur eserini hatırlayalım: bu sadece ‘eski dünya’dan ‘yeni İngiltere’ye, masum genç kızlara musallat olmak için gelen Kont’un sansasyonel hikâyesi midir, yoksa yüzyıl sonu İngiltere’sinin kolektif duygularına, özellikle de korkularına dair, henüz somut ifade olarak karşılığını bulamamış bir şeyler de mi söylemektedir? Güncel eleştiri geleneği, ikinci olasılığı destekler bir eğilimde.

Bütün bu benzetmeler ve paralellikler, sadece dışsal bir eleştirinin tespit ettiği unsurlar değil; aynı zamanda Jordan tarafından kurgusunun önemli bir kısmını oluşturacak şekilde, bazen açık bazen örtülü olarak hikâyenin içinde bahisleri geçiyor. Romandaki bu özbilinç hâli, eksikliği ya da farkına varılmaması durumunda anlatının çökmesine sebep olacak bir iliştirilmişliğe sahip değil: ‘Yanılgı’yı kimlik karışıklığının sebep olduğu birtakım gizemli ve gerilimli olayları anlatan bir hikâye olarak okuyup keyif almak da mümkün. Fakat yazarın kendine dikkat çekmeyen ustalığı sayesinde, bu katmanın altında, okura bambaşka bir anlam dünyasını açan bir anlatı da yer alıyor.

 

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ