Şimdi’nin 24 Nisan’ından kişisel bir mektup

Aykut Öztürk, 24 Nisan’larla, Soykırım’la, Ermenistan’la yaşadığı deneyimleri, aslında bu yazıda hitap ettiği birçok insanı, en çok da kendisini eleştirerek aktarıyor: “O anıt benim için – en azından 24 Nisan 2012’de – ölen Ermeniler için değil dünyada bir başına kalmış olduğum gibisinden bir hissiyatı bende uyandırdığı için kendime – bencilce – ağladığım bir yer oluverdi.”

AYKUT ÖZTÜRK
s.aykutozturk@gmail.com

Bu yazıyı pek çok kişiye hitaben kaleme almam gerekiyor. Uzayıp gidecek bu kişi listesinde;

... 'savaş zamanıydı' diyen;

... sosyal medyada 'insanların birbirlerini dinlemesine' dair, 'arkadaşlığa' dair, 'huzura' dair ve en önemlisi 'anlamaya' ve de 'anlaşılmaya' dair özlü sözleri  birbiri peşi sıra sıralayan;

... 'benim Ermeni arkadaşlarım vardı onların hiçbirinden böyle bir şey duymadım' diyen;

... 'Hrant Dink'in resmini paylaşmışsın' diyen;

... 'Ermeniler bizim düşmanımız' diyen;

...  ve ismini ilk anda anlayamadığı için İstanbullu yakın bir arkadaşıma 'sen nerelisin' diyen uzak-yakın akrabalarım var.

... 24 Nisan ile ilgili bir şey paylaşınca 'senin de 23 Nisan'ın kutlu olsun' diyen lise arkadaşım;

... ve Hrant Dink'i ananlar Abdi İpekçi'yi neden anmıyorlar' diye çıkışan bir üniversite arkadaşım var.

... mütemadiyen 'acınızı paylaşıyorum' diyen başka bir üniversite arkadaşım;

... ve mütemadiyen 'anlıyorum' diyen daha başka bir üniversite arkadaşım var.

... üzerine tartışageldiğimiz hadiseleri ancak kendisinden yola çıkarak (kendisinin ya da ailesinin yaşadığı şiddet üzerinden) anlayabilen ve anlatabilen tanıdıklar;

... ve 'neden Ermeni meselesi üzerine eğiliyorsunuz' sorusuna 'vicdanlıyım' diye cevap veren gazeteci var.

... Gezi direnişi sırasında mütemadiyen apartman kapımızı kilitleyen ve her defasında binaya birisini soktuğumda 'biz 6-7 Eylül'ü yaşadık' diyen üst kat komşum;

... ve üst kat komşumun bu lafı üzerine bas bas bağırıp 'korkak olmama üzerine ders vermeye' çalışan yine başka bir arkadaşım var.

... Türk olduğum için bana asla güvenmeyecek olan Ermenistanlı arkadaşım;

... bu mesele hakkında yazdığım için tamamen Türk olamayacağımı, ucundan köşesinden Ermeni ya da Kürt olduğumu ısrarla düşünen başka arkadaşlar;

... ve yine hayatı boyunca ajan olup olmadığımı hep merak edecek Türkiyeli Ermeni arkadaşlarım var.

... Türkiye yerine sadece Türk dış politikasından bahseden Ermenistanlı bilirkişi;

... ve soykırımı sadece dış politika meselesi olarak gören Türk bilirkişi var.

... Başbakan'ın 24 Nisan açıklamaları üzerine içten içe sevinen pek çok sıradan insan;

... ve 24 Nisan protestolarını Türkiye Elçilik ve Konsoloslukları önünde gerçekleştiren ve böylelikle muhatap olarak sadece devleti alan dünyanın dört bir yanındaki binlerce Ermeni var.

... son olarak da dünyanın dört bir yanındaki (gerek Ermenistan'da gerek diasporada) Soykırım anmalarında bol bol selfie çektiren Ermeni arkadaşlarına önlenemez bir şekilde sinir olan ben varım.

Gördüğünüz gibi bu oldukça uzun bir liste ve esasında koyuverip gidiversem hiç bitmeyecek olan bir liste. Bu liste gerçek, ve de listedeki hiç kimse hayal ürünü değil. Bu insanların hepsi “gerçek”.

Bu baştan savma liste ile altını çizmek istediğim üç temel nokta var: Birincisi, hepimizin bu meseleye ucundan bucağından değil tam göbeğinden bulaşmış olması. İstesek de istemesek de hepimiz aynı resmin parçalarıyız. İkincisi, bu meselenin 'uzaklarımız' ve 'yakınlarımız', 'özel alan' ve 'kamusal alan' veyahut 'kişisel görüş' ve 'devlet görüşü' ayrımlarını tamamen ortadan kaldırmış olması (ya da daha doğrusu bu sözkonusu ayrımların halihazırda suni bir şekilde üretildiğini en güzel şekliyle göstermesi) (yine aynı şekilde, başka bir ayrımın, 'geçmiş' ve 'şimdi' ayrımının artık geçersiz kılması).  Ve son olarak liste ne kadar uzarsa uzasın listenin (maalesef) 'ben' ile bitecek olması. Bu yüzden de kendim ile başlıyorum (ve böylelikle belki de eleştirdiğim insanlar grubuna istemeden de olsa dahil oluveriyorum): 1990lı yılların sonundayız. 'Ermeni meselesi'ne dair hatırladığım ilk şey televizyonda Reha Muhtar'ın kendi açık oturum programında Fransız Parlamentosu'nda soykırım oylaması olacağı için Devedjian'a sinirlenip bağırması. Sonrasında seyirciler arasından yıllar boyunca yüzünü unutamayacağım Hardvardlı öğrenci çıkıyor ve bir konuşma yapıyor. Herkes rahatlıyor. Herkes kendinden emin artık. Öğrenci birden Harvardlı 'bilirkişi' oluveriyor ve içimizdeki 'kimseyi öldürmemiş olmaktan kaynaklı huzuru' yeniden tesis ediyor. Kim ne dedi hatırlamıyorum, ne yalan diyeyim, ama programın sonunda oturup hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Ortaokuldaydım ve merak ediyordum, Ermeniler ülkemizden ne istiyorlardı. Neden bu kadar kötüydüler.

Ermeni komşular ile büyümedim. İstanbul'da büyümedim. Solcu bir aileden de gelmedim, ya da devletin şiddet dolu yüzünden nasibini almış bir aileden de gelmedim. Bu yüzden, Reha Muhtar'ın bu açık oturumu, ya da annemden habersiz açık kalmış bir televizyon diyeyim, bana hayatımın ilk şokunu yaşatıyordu. Çağa uygun olarak, 'gerçek insanlarla' tanışmadan, herhangi bir karşılaşma olmadan, uzaktan ve oturduğum yerden, medya üzerinden yaşıyordum ilk şaşkınlığımı.

Yıllar geçti. Elbette ki içimdeki şaşkınlık giderek azaldı. Üniversiteye başladım, Ermeni arkadaşlarım da oldu, Beyrut'un Ermeni mahallesinde de kayboldum bir iki gün. Ama yine de bir 'karşılaşma' olmadı (inanın ne kadar sevmiyorum bu 'karşılaşma' sözcüğünü). İnsanlar ile tanıştım, ama ne onlarla bir şey konuştuğumu hatırlıyorum, ne de onların bana herhangi bir şey sorduğunu. Zaman böyle aktı geçti, beş yıl içinde ben Adana'da bir ortaokul çocuğundan üniversiteli bir yeniyetmeye dönüşmüştüm.

İlk Erivan ziyareti

2005 yılında, okul korosu ile turneye çıktık. Duraklarımızdan biri de Erivan'dı. Hani derler ya 'daha şu olmamıştı bu olmamıştı' diye, evet aynen sanki daha tarih başlamamıştı. Sanki tarih öncesiydi (bunu neden böyle algıladığımı belki size başka bir yazı ile anlatırım). Arkadaşlardan biri Soykırım Anıtı'nı görmeyi öneriyor, biz de kalkıp gidiyoruz. Soykırım hakkında en ufak bir şey bilmeyen ben, anıta doğru çıkarken bir heykel görüyorum. Kucağında çocuğu ile Soykırım'dan kaçan bir kadın heykeli. Bu heykeli görmem de benim için dönüm noktası olmuştur. O heykeli gördüğüm anda içim parçalanıyor, üzülüyorum, neden üzülmem gerektiğini dahi bilmeden. Sadece heykelin gözündeki dehşet ifadesinden çok etkileniyorum. Anıta doğru arkadaşlarımla yürürken içten içe düşünüp yine de kendimce bir sonuca vardığımı çok net bir şekilde hatırlıyorum: soykırım olup olmadığını bilmiyordum ve o an için - belki de sonsuza dek - gerçekte ne olduğunu bilemeyecektim; ama madem anıtta temsil edilen bir 'şey' vardı ve bu insanları üzüyordu, o zaman en azından buna saygı göstermek durumundaydım. Kendimce çok net bir sonuca ulaşmıştım.

Türkiye gibi ülkelerde bir yıl birkaç yıl gücünde geçer. Yine yıllar geçti. Hrant Dink katledildi. Soykırım meselesi hakkında daha çok konuşan ve daha çok üreten bir ülke olduk. Bu arada ben de büyüdüm. Ortaokul çocuğu önce 25’i bitirdi, şimdilerde de 30’u devirdi. Geçmişe bakınca sadece 10-15 yıl mı geçmiş diyor insan.

Erivan’da bir 24 Nisan

Bu 10 sene içerisinde Ermenistan ile protokoller imzalandı ve yine imzalandığı gibi bu protokolleri de sonsuzluğa gömdük. Protokoller imzalanınca Türkiye ve Ermenistan arasında sivil toplum seviyesinde ilişkiler kuruldu, projeler yapıldı. Pek çok projede Türkler ve Ermeniler birlikte dans ettiler, yemek yediler ve bol bol seyahat ettiler. Ama hiç tartışmadılar (ya da o bol sevilen laf ile diyeyim: aslında yan yana durdular ama hiç 'karşılaşmadılar'). Bol bol 'başarılı' projelere imza atıldı. İşte bu bakımdan 'başarısız' bir projeye ben de - biraz şans eseri olarak - dahil oluverdim.  “Başarısız” oldu, çünkü büyük tartışmalar çıktı ama bir şekilde de (kalbimizde değil dilimizde biriken) o “meşhur” zehir de akıverdi.

Proje kapsamında Türkiye’den ve Ermenistan’dan katılımcılar bir araya geldi. 24 Nisan 2012’de katılımcılar birlikte Erivan’daki Soykırım Anıtı’na yürüdüler. Yürüyüşte ben de vardım.

Türkiye’den bir arkadaş yürüyüş esnasında “burası aynı pazar yeri” gibi deyince, Somnur Vardar’ın yönettiği “Yolun Başında” adlı belgeselin de kapanış sahnelerine damgasını vuran tartışma ortaya çıktı. Ermenistan’dan arkadaşlar bu söze çok gücendiler ve bunu büyük bir saygısızlık olarak algıladılar (Proje ve belgesel hakkında  gelecek günlerde şapgir’de yine yazacağım, ancak burada kısa kesmek durumundayım).

Bütün bu olan bitenin ortasında ise, ben kendimi sorgulamaktaydım, ve biraz da bu nedenden ötürü çok da paylaşımcı olmayan bir günümdeydim. Tartışma öncesi anıta doğru yürürken yaklaşık 10 sene öncesinde kendi kendine arkadaşlarıyla bu yolu yürüyen genç çocuk geldi aklıma. 10 sene önce anıt ne kadar boş idiyse, 24 Nisan günü tam tersine hınca hınç doluydu. İçim korku doluydu. Türkçe konuşmak istemediğim için Türkiye’den arkadaşlarımdan yavaşça uzaklaştım. Ermenistan’dan arkadaşlarımın da beni görmesini istemiyordum. Bu yüzden onlar kalabalık halinde yürüyüp, “burası da pazar yeri gibi” sözlerini işitirken ben herkesten kaçmakla meşguldüm. Anıta çıkan yol bitip, anıtın içine giren merdivenlere yaklaşınca yüzlerce göz ile çevrili olduğumu hissettim: televizyon kameraları, fotoğraf makineleri ve büyük ihtimalle sadece benim hayal ürünüm olarak Ermenistanlı arkadaşların beni arayan/bekleyen gözleri. Ve yine 10 sene önceki ben gibi önce üzüldüm, sonra da yine hüngür hüngür ağlamaya başladım. Anıttan kaçtım.

Peşime Ermenistanlı bir iki arkadaş takıldı. Üzerime gelince “ne oldu, hayrdır” diye, çılgına döndüm ve kaba bir şekilde yalnız kalmaya ihtiyacım olduğunu hissettim. Bugünden 2 yıl öncesine bakınca, kendimi anladığım ve anlamadığım noktalar mevcut:

Belki biraz rahatsız edici olacak ama söylemeliyim: 2012’de ben anıtta temsil edilen şeye ağlamadım. Tam tersine o kalabalık, o bakan gözler ve o sürekli kendini test ediliyormuş gibi gören şizofrenik halet-i ruhiyyem beni 24 Nisan’ın temsil ettiği şeye – en azından o an için - çok yabancılaştırdı. O an sadece kendi içime döndüm ve dünyaya Türk olarak geldiğim için lanet ettim. Hayatım boyunca sürekli kendimi açıklama yapmak zorunda bırakılmış bir şekilde bulacağım için içim kahroldu. Ağzımı açtığım anda insanların “iyisinden” mi “kötüsünden” mi, “barbarından” mı yoksa “medenisinden” mi ya da “tipik” mi yoksa “farklı” bir Türk olduğum hakkında “beyanda” bulunacağını yeniden fark ettiğim için korkunç yorgun hissettim. Ve maalesef bu yüzden, o Anıt benim için – en azından 24 Nisan 2012’de – ölen Ermeniler için değil dünyada bir başına kalmış olduğum gibisinden bir hissiyatı bende uyandırdığı için kendime – bencilce – ağladığım bir yer oluverdi.  Evet, belki uygunsuz kaçacak ama o Anıt da bir şekilde benim yitirdiğim bir şeyin anıtı oldu benim için.

“Acıyı anlamak” mümkün müdür?

Aylar geçti, yukarıda bahsettiğim belgeselin İstanbul’da gösterimi yapıldı. İzleyicilerden biri projeye Türkiye’den katılanların “Ermenilerin acısı yerine kendi dertlerine” ağladığını – biraz da suçlayıcı bir şekilde – ifade etti. Hiç alınmadım, çünkü haklıydı. Ama haklı olması, bugün bile bu yorumda “yüzeysel” bir ton bulmadığım anlamına gelmez. Ermenileri “anlama” – ya da “acıları anlama” - iddiasında bulunmak bence bir aldatmacadan başka bir şey değil.  Soykırımı ben kendim yaşamadığım için de soykırım için oturup üzülmem elbette ki sınırlı olacaktır. İşte bu yüzden merak ediyorum, bugün benim böylesine bir şeyi anlamam ne kadar mümkündür? Mümkün değil, asla da mümkün olmayacak. Aynı şeyleri ben yaşamadım ki anlayayım, ve bundan dolayı oturup aynı derecede ağlayayım. Soykırımı yaşamamış bir insan ne kadar anlayabiliyor ki ben anlayayım? Bu yüzden anlama iddiasında olanları yüzeysel buluyorum, samimiyetlerini sorgulamak bana elbette ki düşmez.

Bazı şeylerden bahsedebilmemiz  - onlara kafa yormamız ve bizlerde uyandırdığı hislerin içine girebilmek – için “anlamamız” gerekmiyor. Başımızdan benzer olaylar geçmiş olması da gerekmiyor. Empati kurmak hiç gerekmiyor.  Benzer kimlikler bulmak gerekmiyor. Vicdan da gerekmiyor. Burada neyin gerekli olduğuna dair somut bir iddiada bulunamayacağım, ama bana öyle geliyor ki bazı şeylerden bahsedebilmek için, kafa yormak için ve duygulanabilmek için gereken bir önkoşul yok. Bize gereken belki de biraz boşa konuşmamak, karşımıza birisini almak, biraz tartışmak -  ama bir fikir ya da görüntü (imaj) ile tartışmak değil gerçek bir insanla tartışmak. Ve belki de aramıza başka insanları da katmak. Çünkü, birbirimiz ile konuşmasak da birbirimizin hakkında çok konuşuyoruz. Bence hem birbirimizle konuşmalıyız hem de biraz da başkaları hakkında konuşmalı (mesela Yahudi soykırımı, Ruanda, Hindistan-Pakistan arasındaki nüfus değişimi, Filistin ve başka ülkelerden ırkçılık,soykırım ve yabancı düşmanlığı örneklerinden yola çıkarak) ve onlardan bir şeyler öğrenme konusunda bir gayrete girmeliyiz.

İşte ben bugün bu yazıda sizinle yukarıda saydığım nedenden ötürü, bir ilk olarak, eski de olsa bir fotoğrafımı paylaşıyorum. Ben varım ve gerçeğim, boşlukta süzülüp duran ve sizi sinirlendirmekle yetinecek bir fikirden ibaret değilim. Canlı kanlı bir insanım. Ve belki de büyük bir saflık sonucunda bunun kendimce bir adım olduğunu düşünüyorum: boşlukla değil, var olan birşeylerle mücadele içinde olduğumuzu hatırlatmanın ilk adımı. Bunun ikinci adımı ise yine bu yazının başında olduğu gibi “sadece bir fikirden ibaret olmayan” insanlara seslenmekti.

Ancak bugün derin bir nefes alıp düşündüğümde maalesef görüyorum ki iki yıl önceki“pazar yeri” benzetmesinin ateşlediği 24 Nisan tartışmasında esas ben konuştuğum arkadaşlarımın gerçek birer insan olduklarını unutmuşum (hatırlatmam gerekirse, bu Türkler ve Ermeniler arasında tahmin edeceğiniz sıradan soykırım oldu-soykırım olmadı tartışması değildi. Biz bunun ötesinde, bir soykırım nasıl anılır-nasıl anılmaz diye tartışıyorduk) ve arkadaşlarımın ağzını açtırmayarak çok savunmacı bir tutum içerisine girmişim. Böylesine bir tutum içerisine girmemin nedeni ise karşımdakilerden basmakalıp milliyetçi nutuklar dinleyeceğime dair önyargımdı. O an için o insanlar benim için fikirlerden ve görüntülerden ibarettiler, sanki daha önceden sıklıkla duyduğum ve gördüğüm şeylerin kopyaları duruyordu karşımda. Gerçek değil, kopya idiler, bu yüzden de dinlememem ve kendimi savunmam kolay oldu. Halbuki ne olursa olsun dinlemem gerekirdi, çünkü onlar karşımda duran gerçek insanlardı.

Karşımdakiler dinlenmek istiyordu, oysa ki ben güya fazla okuyup aydınlandığım için“nasıl olsa bunları çok dinledim” diyerek kulaklarımı tıkamakla meşguldüm. O gün bu sözlerden biraz daha dinlersem boğulacağımı hissediyordum, ancak bugün bunun Soykırım’dan payıma düşen yazgım olduğunu kabul ediyorum ve artık ondan kaçmıyorum.  Bu, artık benim için bir lanet ya da yükten ziyade, artık içine girmem gereken bir rol ve altından kalkmam gereken bir görev. Ama amacım “ne olursa olsun dinlerim” diyerek küstahlık etmek değil. Amacım tarihin bizi savuruşuna diklenmek ve – kabul ediyorum yine de bencilce bir güdünün eşliğinde – bu tarihinin gidişatında kendimi var edebilmek. Evet, vardığım sonuç şu: eğer “biricik” bir insan olarak var olmak istiyorsam, dünyanın gidişatına ve tarihin bizi savuruşuna bir yön vermem lazım (en azından eğilmemem lazım); işte bu yüzdendir ki Soykırım konusu benden çok farklı, benden çok uzakta bir konu değil, ona kafa yormak tam tersine beni var eden bir şey. İşte bu yüzden eğer ben bu dünyada var olmak istiyorsam sorumluluk almam lazım: çünkü karşımdaki insanların kafalarında çeşitli görüntülerin ve fikirlerin birer kopyası olarak var olmak istemiyorum (aynen zamanında arkadaşlarımın kafamda canlandığı gibi).  İşte bu yüzden beni canlı kanlı gerçek bir insan olarak var edecek olan işte bu aldığım sorumluluk. Hatırlamamız gereken soykırımdan, geçmiş ve şimdiki Ermenilerden (ve de Türklerden) bahsederken hep “gerçek” insanlardan bahsediyor olduğumuz, nefes almış, yaşamış, gülmüş, ölmüş ya da hala hayatta olan insanlar.

Bu insanların gerçek birer insan olmalarını akılda tutarak mektubun başında seslendiğim insanlara –kendim dahil - yeniden sesleniyorum. Çünkü görüntülere, seslere ve fikirlere karşı konuşmak kolay, insanların – gerçek insanların – yüzüne yine onların hakkında konuşmak zor.

Kategoriler

Şapgir