Soykırımın izinde adım adım

Marsilya’daki Ermeni diasporası ne zaman, nasıl oluştu? İlk gidenler kimlerdi? Hangi mahalleye yerleştiler, nasıl büyüdüler ve geliştiler? Diaspora’nın Hrnat Dink’le ilk önemli buluşması nasıl cereyan etti? Müslümanlaşan ya da Müslümanlaştırılan Ermeniler’in torunları yıllarca nasıl, nerelerde yaşadılar, nasıl komşuluk ilişkileri geliştirdiler, ne tür “gizlilik” önlemleri aldılar? Hrant Dink’in kendisi ve öldürülmesi, onlar için ne ifade ediyor?

YERVART DANZİKYAN

Marsilya’daki Ermeni diasporası ne zaman, nasıl oluştu? İlk gidenler kimlerdi? Hangi mahalleye yerleştiler, nasıl büyüdüler ve geliştiler? Diaspora’nın Hrnat Dink’le ilk önemli buluşması nasıl cereyan etti? Müslümanlaşan ya da Müslümanlaştırılan Ermeniler’in torunları yıllarca nasıl, nerelerde yaşadılar, nasıl komşuluk ilişkileri geliştirdiler, ne tür “gizlilik” önlemleri aldılar? İbadetlerini nasıl yaşadılar, neler hissettiler? Peki ne oldu da şimdilerde yeni yeni fısıltayla da olsa konuşmaya başladılar? Ya da başladılar mı? Hrant Dink’in kendisi  ve öldürülmesi, onlar için ne ifade ediyor?

Peki ‘soykırım arkeologu’ Armen Aroyan bu işe nasıl başladı? Anadolu’da 1980’lerde kendi köklerini ararken Los Angeles’taki  işinden ayrılmak zorunda kalınca nasıl bir anda yurtdışında yaşayan ama köklerini, atalarını, doğduğu toprakları görmek isteyen ve fakat  ne yapacağını bilmeyen sayısız insan olduğunu keşfetti? Onları nereden alıyor, nerelere götürüyor, yolculuklarda neler yaşanıyor? Anneannelerinden dedelerinden dinledikleri köylerini ilk kez gören diaspora Ermenileri, o an neler hissediyor? Dersim’de 1915’te ve sonrasında ne oldu? Kalan Ermeniler nasıl yaşayabildi? Aleviliği mi seçtiler? Peki şimdi ne yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar? Üçüncü kuşak,  Ermeni olduğunu keşfedince neler hissetti?

Ya  Van’daki o meşhur yedi kiliseyi, daha doğrusu Varagavank manastırından kalanları tek başına bekleyen Ahmet? Neden böyle bir işe girişti, niye yıllardır o manastırdan kalanları bekliyor? Biraz sohbet edince… O da mı? Ama yine de kilisenin önüne neden Türk bayrağı asmış? Evet, elbette ki ‘başı ağrımasın’ diye. Peki bu yedi kilise ya da o meşhur manastır nasıl olup da gazeteci Fatih Altaylı’ya dedesinden miras kalmış olabilir?

İyi ama şu malum ilk Çankaya köşkü kimindi? Kasapyanlar’ın mı? Köşke el mi kondu? Eğer öyleyse neden Hürriyet gazetesinde Soner Yalçın imzalı yazıda  “o zengin kuyumcununmuş, ama savaş sırasında ülkeyi terkederken Bulgurluzadelere satmış” gibi haberler çıktı? Bu haberi gören bir varis, internette haberin altına nasıl bir ‘okuyucu yorumu’ yazdı?  Nasıl bir ‘atmosfer’ vardı ki ailenin varisleri bile yıllar boyunca susmuştu ya da kimilerinden bu gerçek saklanmıştı? Torunlarının bu ağır yük ile yaşamasını mı istememişlerdi? Çankaya’yı ziyaret edenleri gezdiren mihmandar ne anlatıyor peki ziyaretçilere? Bulgar bir aileden kaldığını mı?

Tıbrevank’ın sırrı

Üsküdar’daki Tıbrevank okulu peki? 1970’lerde gerçekten de ‘devrimci’ yetiştiren bir üs gibi miydi? Kimler oradan çıkıp ‘dağlar’a gitti? Okulda nasıl bir ortam vardı ki öğrenciler sol siyasete meylediyordu? TKP/ML-TİKKO’daki Ermeni izleri ne peki? İbrahim Kaypakkaya’nın örgütü 24 Nisan 1972’de kurması bir tesadüf mü? Belki öyle, belki de değil. Peki ama TİKKO’daki Ermeni militanların sayısı? 1970’lerde sol örgütlerde Ermeni olmak ne demekti, Ermenilik nasıl yaşanmaktaydı? Neden “bu işlere giren” gizli ya da açık Ermeniler’in çoğu TİKKO’ya meyletti? Kemalizm’e en uzak örgüt olmasının bir payı var mıydı bu seçimde?Armenak’ın yani efsanevi Orhan Bakır’ın cenazesi nerede ya? Tunceli yakınlarındaki Peri Suyu’nda mı? Devlet sokak ortasında vurduğu Armenak’ın cenazesini ne yaptı? Armenak’ın Kurtuluş’ta tek başına yaşayan ablasının evindeki o soluk fotoğrafta  başka kimler var?

Çok mu sorulu cümle kurdum? Galiba. Bir kitaptan söz ediyorum. Le Figaro gazetesi Türkiye muhabiri Laure Marchand ile Le Monde gazetesi Türkiye muhabiri Guillaume Perrier’nin birlikte kaleme aldıkları ‘Türkiye ve Ermeni Hayaleti/Soykırımın İzinde Adımlar’ kitabından. Renan Akman’ın titiz çevirisiyle Türkçe’ye aktarılan kitap geçtiğimiz ay İletişim Yayınları’ndan çıktı. Birbirinden bağımsız hatta karışık biçimde de okunabilecek 18 bölümden oluşan kitabın önsözünü de Taner Akçam yazmış.

Türkiye topraklarına düşen gölge

Şöyle tarif edebiliriz belki de kitabı. İki muhabir yıllar boyunca duydukları hikâyelerin, isimlerin, bölük pörçük haberlerin, iyi bir haber çıkabileceğini düşündükleri yarım yamalak bilgilerin peşinden koşmuşlar İstanbul’da, Fransa’da ama bilhassa ve asıl olarak Anadolu’da. Böylece yukarıdaki sorularla çok kabaca tarif etmeye çalıştığım, soykırımın 99 yıl boyunca Türkiye topraklarına düşen gölgesinin, o hayaletin bir eskizi çıkıvermiş ortaya.

Eskiz derken yanlış anlaşılmasın, üstünkörü bir çalışmadan değil tam tersine hayli titiz ve peşine düştüğü her hikâyenin hakkını verin bir kitaptan söz ediyorum. ‘Eskiz’den kasıt, karşımızdaki hikâyenin bilinmezliklerle, gizlerle dolu olmasından, daha doğrusu o koca ve yıllarca kapalı kalmış ağır mermer kapağı daha yeni yeni aralamaya başlamamızdan. Böyle bir meselenin, daha doğrusu meselenin tek tek insan hayatlarına yansıyan boyutlarının kolaylıkla tarif edilemez, bilançosu çıkarılamazlığından.

Çok çarpıcı hikâyelerle dönmüş Anadolu’dan Marchand ve Perrier. Kimi zaman genel bir fikrimizin olduğu bir meseleyi detaylarıyla işlemekle kalmamış, iyi bildiğimizi düşündüğümüz hikâyelerde bile olayın birinci derece tanıklarını da konuşturarak resme yeni ve ilginç boyutlar katmayı başarmış. Dolayısıyla meseleye uzak ya da yakın ilgi duyanlar için önerebileceğimiz bir çalışma. Bilhassa da Erdoğan’ın ‘taziye’sinin aslında nasıl bir meseleye karşılık geldiğini ve halihazırda bile aslında neyi ‘konuşmadığımızı’ anlamak için. Zira kitapta da ortaya çıkan eskiz, bu toprakların üzerinden ne büyük bir dehşet bulutu geçtiğini ve hala korkudan dili tutulanların sayısının hiç de az olmadığını ortaya koyuyor. Kitaptan bir bölümle bitirelim dolayısıyla. Soykırım arkeologu Armen Aroyan ve diasporadan bir grup Ermeni’nin yolculuğunda yaşanan ve Marchand ile Perrier’nin de tanık olduğu bir “karşılaşma” ile.

“Çok konuşursam kellemi uçururlar”

Yurtdışından gelip Sivas’ın köylerini ziyaret eden grup, köyde hiç Ermeni kalıp kalmadığını sorunca köylülerin neden sonra hatırlayıp bir yerlerden alıp getirdiği 85 yaşındaki Hovağim ile ilgili bölümü okuyalım:

“Yarım saat sonra bir değneğe dayanarak yürüyen paçavralar içinde iki büklüm bir adam çıkageliyor. Ermenice konuşulduğunu duyunca kulakları dikiliyor. ‘Burada Ermenice konuşulmaz, çok tehlikeli’ diyor, Ermenice olarak. Ama devam ediyor ve Aroyan ona sorular soruyor: ‘Adım Hovağim Karagözyan. Ama –yan’ı kaldır, onu attılar. Artık Karagöz. Yok evli değilim, bir başıma yaşıyorum, burada hiçbir şeyim yok, giyecek elbisem bile. Hayır ailem yok, bir erkek bir de kız kardeşim vardı, ama uzun zaman önce gittiler.’ Kataraktın körleştirdiği gözleri sözle anlatılamaz bir dehşetin  etkisinde hareketlenmiş gibi sağa sola dönüyor, çevreyi tarıyor. ‘Çok konuşursam kellemi uçururlar’ diyerek yüzünü buruşturuyor... ‘Beni de götürün, o zaman size her şeyi anlatırım. Ya arkanızdakiler?’ diyor bir kaşını kaldırarak. ‘Onlar ne düşünüyor, bana ne yapacaklar?’ Diasporalı küçük Ermeni grubu, miras olarak kendilerine aktarılan o ıstırabın ete kemige bürünmüş hali olan ihtiyarın karşısında dilsiz kalakalıyor..” (sf. 56)

Hepimiz de iyi biliyoruz ki Anadolu’da soykırımdan ve sonrasındaki o cehennemden kurtulmuş, canlı bir tarih gibi yaşayan insanlar az değil. Asıl onlar konuşabilince, anlatabilince gerçekten bir şeyleri konuşmaya başlayacağız galiba.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ