Türk Sineması’nın 100. yılı, Türkiye Sineması’nın kaçıncı yılı?

1914’te çekilen, ‘Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’filmiyle ilgili pek çok yerde karşımıza çıkan hikâyeyi doğrulayacak belge yoktur. Filmin kendisi kayıptır; Uzkınay ise, Burçak Evren’in kitapta dediğine göre, tek bir röportajın dışında, bu filmden bahsetmemiştir.

Ayestefanos'taki Rus abidesinin yıkılışı sırasında çekilmiş bir fotoğraf

EVRİM KAYA
evrimrkaya@gmail.com

Çarşamba günü Avrupa’nın en büyük film festivali, Fransa’nın Cannes şehrinde başladı. Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ adlı filminin Altın Palmiye için yarışacağı festivale, Türkiye Kültür Bakanlığı da ‘Türk Sineması’nın 100. yılı’ şerefine, geniş bir tanıtım programıyla katılıyor. Aslında Bakanlık, 2014 yılı için, çoktan, sinemamızın 100 yılını kutlayan bir program yapmış; ‘Türkiye’den Filmler’ adlı, yedi filmden oluşan DVD setini, özellikle uluslararası misafirlere sunmaya başlamıştı. Ayrıca, Bakanlık birimlerinin yıl içindeki resmi yazışmalarında kullanması için özel bir logo tasarlandı. Sadece Kültür Bakanlığı değil, sinemacılar da bu kutlamaya destek verdiler. Örneğin, Atillâ Dorsay ‘100 Yılın 100 Türk Filmi’ başlığıyla yayımlanan bir kitap kaleme aldı. Sinemamızı 100. yılında değerlendiren paneller yapıldı. Birkaç yıl önce, Bağımsız Film Festivali !f’in programında yer alan, eşcinsellik içeren filmlere Star gazetesindeki köşesinden tepki gösteren sinema yazarı İhsan Kabil de, Belçika’daki Yunus Emre Enstitüsü’nde yaptığı ‘100. Yılında Türk Sineması’ adlı konuşmada “Türk sinemasının dünya sinemasında başarılı olmasında, oryantalist bir yaklaşımdan ziyade, zengin kültürünü sahiplenmiş ve gerçeklikten kopmadan, samimi olarak yansıtacak yapımların sayısının artması önemli bir rol oynayacaktır” demişti.

Zengin kültürü sahiplenmek

Sadece eşcinsellik etrafında yaşanan polemikler gösteriyor ki Kabil’in “zengin kültür”den anladığı şey, pek çok sinema yazarının yoksul bulduğu, tek taraflı bir resimdi. Ancak mesele konuşmanın içeriğinden değil vesilesinden, yani Türk sinemasının başlangıcı noktasından yola çıkılarak ele alındığına, aslında en başından yoksul bir tarihe tav olduğumuz anlaşılıyor. Kabil’in, Türk sinemasının başlangıcı olarak kabul ettiği tarihi, ona karşı çıkan ve farklı görüşleri savunan sinema tarihçileri ve akademisyenler de yıllardır tekrar ediyor: “İlk Türk filmi, Fuat Uzkınay tarafından 1914’te çekilen, ‘Ayastefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’dır.”

Yanaki ve Milton Manaki kardeşler

 

Oysa bu görüşe karşı çıkanlar da var. ‘Türkiye’ye Sinemayı Getiren Adam: Sigmund Weinberg’ adlı kitabında (Milliyet Yayınları, 1995) Romanyalı bir Yahudi olan Weinberg’in Beyoğlu’ndaki Rum birahanesi Sponeck’te yaptığı ilk gösterimden başlayarak sinemanın Türkiye’deki macerasını anlatan sinema tarihçisi Burçak Evren, Fuat Uzkınay’ın 1914’te çektiği söylenen filmin izini sürüyor: ‘93 Harbi’ olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Rusların, İstanbul yolunda vardıkları en uç nokta olan Ayastefanos’ta (Yeşilköy) diktikleri anıt, Birinci Dünya Savaşı öncesi yenilginin izlerini silerek cesaret bulmak isteyen halk tarafından yıkılmak istenir. Heyhat, anıt çok sağlamdır; ordu göreve çağrılır. Bu arada, bu önemli olayın kaydedilmesi için Sacha-Messter Gesellschaft adlı, Viyanalı bir film firmasıyla anlaşmaya varılır. Ancak milli duyguları güçlü kalabalık, olayın bir Türk tarafından kaydedilmesi gerektiğini düşünmektedir. Anlatılan o ki, rastlantı eseri, o sırada askerliğini yapmakta olan ve zamanında Weinberg’in yanında sinema makinesi kullanmayı öğrenmiş olan Yedek Subay Fuat Bey (Uzkınay) bulunur. Avusturyalılardan hızlıca kamerayı kullanmayı öğrenen Fuat Bey, 150 metre uzunluğunda bir film çeker.

Pek çok yerde karşımıza çıkan bu hikâyeyi doğrulayacak belge yoktur. Filmin kendisi kayıptır; Uzkınay ise, Burçak Evren’in kitapta dediğine göre, tek bir röportajın dışında, bu filmden bahsetmemiştir. Meseleyi aydınlatmak için Uzkınay’ın belgelerini araştıran Evren ise, elektrik, su faturalarını dahi bulur fakat filme dair tek bir belgeye ulaşamaz. Uzkınay’ın kızlarıyla bir söyleşi yapar; onlar da filmi görmemiştir. Burçak Evren daha önemli bir noktaya değinir: Bu film gerçekten çekilmiş olsa bile, Osmanlı topraklarında, bir Osmanlı vatandaşı tarafından çekilen ilk film değildir.

Kayıp film, kayıp geçmiş

100. yıl vesilesiyle düzenlenen etkinliklerden belki de en ilginci, Antalya ve İstanbul film festivallerinde yapılan özel gösterimlerdi. Balkanlar’ın ilk sinemacıları olan Manaki Kardeşler’in 1905’ten 1930’lu yılların başına kadar çektiği filmleri restore eden Makedonya Sinemateki’nin arşiv müdürü İgor Stardelov, İstanbul’daki gösterimden sonra düzenlenen bir panelde yaptığı konuşmada, restorasyon sürecini ve Manaki Kardeşler’in dünya sinema tarihi açısından önemini anlattı. Ulah asıllı, Makedonyalı Yanaki ve Milton Manaki Kardeşler’in, 20. yüzyılın başlarında Avrupa’dan aldıkları kamerayla, kendi köyleri olan –ve bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan– Avdella’dan başlayarak, Manastır ve Selanik gibi Osmanlı şehirlerinde çektiği bu ilk filmler, İstanbul ve Antalya’daki festivallerde izleyiciyle buluştu. Filmler bölgedeki günlük hayatı, tarım ve hayvancılıkla uğraşan halkın yaşayışını, büyük bir başarıyla belgeliyor, ayrıca Osmanlı tarihinde özel bir yeri olan resmi törenleri belgeleyen yegâne hareketli görüntüleri de içeriyor. ‘Pazar Yeri ve Kasaplar’, ‘Köy Düğünü’, ‘II. Meşrutiyet Tezahüratları’, ‘II. Meşrutiyet Töreni’, ‘Türklerin Meşrutiyet Söylevleri’, ‘Sultan V. Mehmet Reşat’ın Selanik Ziyareti’, ‘Sultan V. Mehmet Reşat’ın Manastır Ziyareti’, ‘Manastır’da Epifani Kutlaması’, bu filmlerden birkaçı.

1878’de ve 1882’de Osmanlı vatandaşı olarak imparatorluk sınırları içindeki Avdella Köyü’nde dünyaya gelen ve dönemin Osmanlı topraklarını belgeleyen Manaki Kardeşler’in–bir kısmı, aralarında Sultan Reşat’ın da bulunduğu Osmanlı otoritelerinin desteği ve izniyle olmak üzere– Osmanlı topraklarında çektikleri bu filmlerin değil de, Uzkınay’ın neredeyse yirmi yıl sonra çektiği rivayet edilen kayıp bir filmi sinemamızın miladı olarak kabul edilmesinin arkasındaki ideolojik refleksler çok tanıdık. Yine de, II. Meşrutiyet’in ilanının en canlı belgelerini ‘Türk tarihi’nin dışına atmak, bu refleksler için bile abartılı bir hareket gibi görünüyor.


“Vatandaşlığın ne demek olduğunu iyi anlatmak için bu ilkleri hatırlamalıyız

Yavuz Sezer

Massachusetts Institute of Technology’de mimari ve sanat tarihi doktorasını tamamlamak üzere olan ve Bilgi Üniversitesi’nde ders veren Yavuz Sezer, konuyu şöyle yorumluyor:

“Bugün Manaki kardeşleri hatırlamakta ısrarcı olmak gerekir. Ben Türk sinemasının doğum gününü kutlama âdetini küçüklüğümden beri hatırlıyorum. Akşam haberlerinde çıkardı, “‘Ayastefanos Abidesi'nin Yıkılışı’ ile başlayan Türk sineması...” diye. Hatta bunun konulu bir film olduğunu zannettiğimi de hatırlıyorum. Bu Türk sinemasının bilmem kaçıncı yılı âdetinin ne zaman başlatıldığını bilmiyorum. Herhalde benim çocukluğumdan, 80’lerden yirmi-otuz yıl öncedir ve o zamanın Türk aydın ve sanatçılarının hemen hemen hepsinden bekleneceği üzere, aklıevveller, Türk soyundan birinin yaptığı ilk filme takılıp ‘Türkiye’de yapılan ilk film hangisidir?’ gibi bir soruyu sormamış, Manakileri biliyorlarsa bile görmezden gelmişlerdir.

İstanbul'un bir resim-heykel müzesi var; orada da, bir-iki heykeltıraş dışında, hemen hemen hiçbir gayrimüslim Osmanlı sanatçısının eseri yoktur. Milli tarih anlatısı bu konuda gayet belirgin bir şekilde etnik temelli. Hele sanat gibi, bir marifet, yani zımnen de olsa gurur vesilesi olan bir alanda ‘gayri-Türk’ unsura çok yer vermek, hele hele bir de başlangıç, ortaya çıkış ânı gibi bir noktada, rolü Türk olmayan birine vermek, yanaşılmayan bir şey. Ama Olimpiyatlara gönderdiğimiz ilk Osmanlı sporcuları arasında da Ermeniler var, Sanayi-i Nefise Mektebi sanat tarihi hocası da Ermeni. Böyle ilkleri, vatandaşlığın ne demek olduğunu iyi anlatmak için hatırlatmak gerekiyor.”

Sezer, filmlerin çekildiği Balkan coğrafyasının, ‘milli tarih’in de dışında tutulamayacağını, bunun ikiyüzlü bir çaba olduğunu belirtiyor: “Meşrutiyet talebiyle dağa çıkan askerler Makedonya dağlarında olduğu için, Meşrutiyet Manastır’da ilan edildi. Atatürk de Manastır’da okudu. Bunlar milli tarihin bir parçası oluyor, derslerde okutuluyor da, ilk film neden aynı şekilde değerlendirilmiyor?”


“Makedonya sineması da, Yunanistan sineması da, Türkiye sineması da Manakiler’le başlar”

Makedonya Sinematek’inin arşiv müdürü Igor Stardelov, Manaki Kardeşler’in filmlerinin gösterimi için İstanbul’daydı. Gösterimden sonra kendisiyle küçük bir söyleşi yaptık. 90’ların başında yapılan analog restorasyondan sonra, ikinci bir restorasyon yapıldığını, nitrat bazlı filmleri saklamanın zorluklarını ve buna rağmen elde edilen sonucun başarısını anlattı. Kalabalık bir ekip sekiz ay süren bir çalışma sonucunda, filmlerdeki kadraj ve hız sorunlarını gidermiş, her kare tek tek elden geçirilmiş.

İgor Stardelov

Stardelov, Manaki Kardeşler’in filmleriyle Avrupa ve Amerika başta olmak üzere pek çok yeri dolaşmış. Erken bir dönemde bu coğrafyada böylesine kaliteli filmlerin yapılmış olması, gittiği her yerde şaşkınlıkla karşılanmış. Manakiler’in  özellikle Sultan Reşat’ın Manastır ve Selanik ziyaretlerindeki çekimlerin ustalığına dikkat çekiyor Stardelov: “Hem genel planlar, hem de yakın planlar var. Hepsi de ustaca çekilmiş. Bu önceden çok ciddi bir hazırlık olduğu anlamına geliyor. O kadar erken bir dönemde hem mise-en-scène, hem de mise-en-cadre (kadrajlama) yaptıklarını görüyoruz. Çektikleri halk da, hatta Sultan da kameraya bilinçli bir şekilde bakıyorlar. Önden bir direktif verdikleri, belki ‘motor’ dedikleri, yani bugün anladığımız anlamda yönetmenlik yaptıkları çok açık.”

Peki sizce Türkiye sineması Manakiler’le mi başlar, diye soruyorum. Bu onu gülümsetiyor, zira Makedonlar ile Yunanlılar tam tersi bir çekişme içinde; iki taraf da Manakiler’i sahiplenmeye çalışıyor. “Bana göre Makedonya sineması da, Yunanistan sineması da, Türkiye sineması da Manakiler’le başlar. Hatta Ulak asıllı olduklarından Romanya’ya da dahil edilebilirler. Bugünkü sınırlarla düşünerek işin içinden çıkılamaz. Daha önce Osmanlı topraklarını çekenler oldu, ama yabancıydılar. Bu coğrafyanın insanları arasında Manakiler ilkti. Onlar Manastır’da yaşıyordu, dolayısıyla Osmanlı’nın bir parçasıydılar. Üsküplü olan Büyükbabam Türkiyeli olduğunu söylerdi, o zamanlar sınırlar öyleymiş çünkü. Tarihi yok sayamayız.” Sonra da ekliyor: “Çekimlere dikkatli bakın, Manakiler’in o kareleri çekebilmesi için Padişah’ın önünde, protokolün ilk sırasında olmaları gerekir. Bu da devletin iradesine işaret eder.”

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema