Yangından ilk kurtulanlar

Özlem Akıncı’nın öyküleri az lafla çok şey anlatan öykülerden. Bunu yaparken anlatımda gösterişten uzak, kapalılığında ölçülü. Neyi anlatacağında kararlı, neyi saklayacağında sezgili. Özenle kurgulanmış olağandışı kişiler ağır taşlar gibi heybetli. Ustalıkla kullanılmış yalın bir dil ve yalınlığın öyküleri nasıl şeffaflaştırdığına dair örnekler.

DİLEK EMİR

Bir ilk kitabı elinize aldığınızda o kitabın serüvenini merak eder misiniz hiç? Yazılanlar nasıl olup da bir kitap haline gelmiştir? Hele bir öykü kitabıysa, yazarı nasıl olup da bu kitabı yazmaktan kendini alamamıştır? Bu kitabı ona yazdıran nedir? İlk cümleyi nasıl kurmuştur, kaç kere değiştirmiştir? Özlem Akıncı’nın ‘Ağaçlar Yanıyor’ isimli kitabını elime aldığımda ben de bunları düşünüyordum. Okuduktan sonraysa düşündüklerim beni başladığım yerin oldukça ötesine götürdü. Bir ilk kitap çoğunlukla kendini yazıyordu. Onlar içerden ilk çıkanlardı. Harfler bir bedenin içinden akarak sayfalarda yerlerini buluyor, sonra sonra bir el onlara koltuklarını gösterip biletlerini geri veriyordu. Karşılıklı seyir de böyle başlıyordu işte.

Büyük güçlü kulaçlar

On sekiz öyküden oluşan bir kitap ‘Ağaçlar Yanıyor’. Öykülerde sık sık doğadasınız. Düzlükler, bahçeler, çiçekler, denizler, yıldızlar... Yeni bir hayat hayali kuran iki arkadaşın hikâyesini okurken bir bakıyorsunuz dalgaların altından geçiyorsunuz. “Dalgayı alttan alacaksınız, derdi Kaptan. En dibe inmezsen ipler onun eline geçer, seni alır, ezer, bastırır, döndürür. Çıkamazsın. Hele arkasından bir daha gelirse, hele büyükse. Çok adam boğulup gitmiştir böyle.” Halil Kaptan bu, tanırsınız. Öyküyü okurken de büyük güçlü kulaçlar atmak zorundasınız.

Şehirden doğaya ıhlamurların altına yerleşen, yerleşmeye çalışan başka bir anlatıcıyla karşılaşırız başka bir öyküde. Belli ki şehir, anlatıcımızın içine vaktiyle bolca kaygı döşemiştir, bütün çabalar onları kazma kürekle köklerinden söküp atmak ve bir ıhlamur ağacı büyütmekle ilgilidir. “Demek ki beni tanıyormuş. Kendimi göstermemiştim oysa. Görmüş. Başörtüsünü açtı. Beyaz saçları döküldü. Uzunmuş. Örttü yeniden. Arkadan sıkıp tepesinde bağladı.” Eskici Rabia Hanım bu. Ondan kötülük gelmez. Ihlamur ağacının serinliğinde çay içilir onunla. At arabasının ku-ru-ta-li-hi-me diyerek dönen tekerlekleri onun değil, belki senindir.

Kilise resimlerindeki azizelerin ışıltısı

‘Sapa’. Bir babayla kızın yıllar sonra ziyaret ettikleri köyleri. İlk evlerinin önünde durmaları. Eski komşularının evine buyur edilmeleri. Köyde babasıyla yaşayan bir kız getiriyor çayları. Bir azize, kutsal metinlerden çıkmış. Öyle diyor anlatıcı. “Ufak ellerini dizlerine koyup koltuğun ucuna oturdu. Beyaz çoraplarıyla mavi plastik, atkılı terliklerine takıldı gözüm .... Yüzünde kilise resimlerindeki azizelerin sevecen ışıltısı vardı .... Kanatlarım ezilmesin diye arkama yaslanmamıştım.”  Köylü kız mı? Kim mi? Nurcan bu, yabancı değil. Kanatlarını çaldığın. Geri verecekmiş gibi yaptığın.

Başka bir öykü ‘Küslük Haritası’. Bahçesinde yaşayan, ağaçların köklerini yiyen Haziran böcekleriyle savaşıyor anlatıcı. Ve aslında komşularıyla. Birbirine küs, barışmamaya kararlı, ağaçların köklerini kurutan çatal dilli komşular. Ölmüyorlar. “Ayten güğümleri kapımda bırakıp arkadaki hacı hanıma her gittiğinde, süte sarı böcek ilacı katmamak için üst kata çıkıyorum.” Bu da Sütçü Ayten. Belki haklıdır. Deli deli konuşuyordur anlatıcı. Belki savaşmak yaradılışımıza uygun değildir ve böcekler insanlardan iyidir.

‘Kapıdan Bir Kez Geçince’ kitabın son öyküsü. Kadın anlatıcı, bir süreliğine yazı yazmak için kiraladığı evin işgal edilmiş olduğunu görüyor. Neredeyse beyaz gözlerine sürme çekmiş kapıcı kadına göre evde başkasının olmasında bir sorun yok. Giriyor anlatıcı evine ve kapıdan bir kez geçince de geri dönüşü olmuyor. Geçmişle hesaplaşmaların renklerle dansı başlıyor sonra. Bu öyküden bana kalan soru şu oluyor: Kendini en çok hangi renge boyarsın? Kaç kat vurmak zorunda kalırsın?

Özlem Akıncı’nın öyküleri az lafla çok şey anlatan öykülerden. Bunu yaparken anlatımda gösterişten uzak, kapalılığında ölçülü. Neyi anlatacağında kararlı, neyi saklayacağında sezgili. Özenle kurgulanmış olağandışı kişiler ağır taşlar gibi heybetli. Ustalıkla kullanılmış yalın bir dil ve yalınlığın öyküleri nasıl şeffaflaştırdığına dair örnekler. Ve nasıl derler... iyi bir öykü okumanın ferahlatıcı esintisi.

Ormanları ateşböcekleri

Son olarak kitabın başındaki epigrafla bitirelim. “Bazı ormanların ateşböcekleri öyle parlaktır ki, binlercesi toplandığında, uzaktan bakanlar ağaçların yandığı izlenimine kapılır.” Sürpriz, hınzır sonlar, günlük hayatın içinden tatlı ayrıntılar ateşböcekleri gibi, öykülerin içinde ışıldıyorlar. Ve belki de uzaktan göründüklerinde sizi aldatıyorlar. Ağaçlar yanıyor, sanıyorsunuz.

Bir ilk kitap sizi aldatamaz oysa. Onlar içerden ilk çıkanlardır. Yangından ilk kurtulanlar, ve onlar işte, gerçekliğine en çok inandıklarımız.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ