Kutsal anne, murdar kadın

Kutsal annelik mitini kökünden sarsacak olan ‘evlat katili anne’ kabusunu bir dip dalga olarak sürekli duyuran metin; sürükleyici kurgusu, çağrışımlar üzerinden nehir misali akan yapısı ve günlük hayattan özenle toplanmış repliklerin ironi eşliğinde dönüştürüldüğü edebiyat dili ile en az konunun kendisi kadar etkileyici.

KARİN KARAKAŞLI 

Kendini daha ilk satırdan okura dayatan, adeta “Bak seni uyarıyorum, bana hazır mısın?” diyen kitaplar vardır. Okumanın bir nevi suç ortaklığına dönüştüğü, bir başlayınca içinde kaybolduğun, kendi hakikatini bulmak için derinlere düştüğün. Irmak Zileli’nin zaten başlığı bile bir uyarı olan ‘Gözlerini Kaçırma’ romanı, böylesi kitaplardan.

Genç bir kadın, üç buçuk yaşındaki Rüya’nın annesi Didem’in zihninin labirentleri bizim de okur olarak ilerleyeceğimiz patika. Elbette tek bir kadın sadece kendinden menkul değildir. “Aslında kimsenin kız çocuğu doğurduğu yoktu. Doğrulan yeni bir anneydi” düsturundan hareketle, anneanne Kâmile Hanım, anne Hicran, onun kızı Didem ve en küçük halka Rüya eşliğinde bu coğrafyanın ve Cumhuriyet tarihinin kadınlık hikâyesini okuyoruz.

Ama dahası da var. Kadınların çevresinde baba, ağabey, erkek kardeş, oğlan çocuğu, eş, sevgili gibi türlü konumlarla karşımıza çıkan erkekler eşliğinde de ‘toplumun en küçük birimi aile’ ve erkeklik ya da iktidar, erk olgusunun ta kendisini okuyoruz.

Kendini karşına aldığında

Irmak Zileli ikinci tekil şahıs bir ‘sen’ dili üzerinden Didem’in kendisi ile giriştiği mücadeleyi bilinç akışı halinde sunuyor okura. Kutsal annelik mitini kökünden sarsacak olan ‘evlat katili anne’ kabusunu bir dip dalga olarak sürekli duyuran metin; sürükleyici kurgusu, çağrışımlar üzerinden nehir misali akan yapısı ve günlük hayattan özenle toplanmış repliklerin ironi eşliğinde dönüştürüldüğü edebiyat dili ile en az konunun kendisi kadar etkileyici.

Didem’e “Onu doğurduğun ve kucağına aldığın o ilk günden beri korkuyorsun. Her kadın anne doğar, deseler de korkuyorsun. Söylendiğinin aksi olmasından. Anne doğmamış olmaktan, çıbanbaşlarından” dedirten yazar, unutulmaz bir görsel imge ile kitabın sertliği için ilk işaret fişeğini şöyle çakıyor: “Hitler’in o deneyini duyduğundan beri daha da korkuyorsun. Giderek ısınan sacın üstünde, kucağında bebeğiyle çırılçıplak bırakılan kadın olmaktan… Korktuğun başına geldi işte. Bebeğinin üstüne oturdun ve yanmaktan kurtuldun.”

Yalnızlık biter mi?

Eski ve asıl aşklarına kavuşamadan çeşitli baskılarla mantık evlilikleri yapan, idealleri olan meslek ve hayallerden, ağız dolusu kahkahadan, tutkudan vazgeçen Kâmile Hanım ile Hicran’ın yaşadıkları hayal kırıklıklarını kızlarına yansıtma biçimleri okur, çok karmaşık dinamikli anne-kız ilişkisinin dehlizlerinde gezinme şansı veriyor. Döngüyü kırarak baba zoruyla alınmış ekonomi eğitimi üzerine kendi kalbinden geçen arkeolojiyi okuyan, binbir mücadale ile ayrı eve çıkan, yaşadığı aşklarda beyaz atlı prens yanılsamasını sonlandırdıktan sonra tek gecelik bir maceradan hamile kalınca bekâr anne olarak kızı Rüya’yı doğurmaya cesaret eden Didem’in hikâyesi ise karmaşık hisler yaratıyor. Bir yanıyla okur önceki kuşakların yapamadıklarına talip bu genç kadının özgürlük ve mutluluğa kavuşacağını beklese de, yaşadıkları sürekli toplum normları ve genel ahlâka toslayan Didem, bu çocuğu neden doğurmak istediği sorusuna verdiği “Artık yalnız değilim” sorusu ile yeni soru işaretleri yaratıyor zihinlerde. Öyle ya, yalnızlık hepimizin ortak derdi. Soru da şu: Yalnızlık biriyle ya da son noktada çocukla dindirilebilen bir şey mi?

İncecik gerçeklik çizgisi

Didem’in rüya ve kabusları, bilinçaltına itilmiş korku ve arzuları sergilemesi açısından okura hazinelerle dolu bir mağara kapısı sunarken, bir yandan da gerçeklik-kurgu çizgisini bulanıklaştırarak gerilimi artırıyor. Didem’in şahsında yazar, ‘kutsal anne’nin zihin cinselliğe kaydığı ve kadınlığını anımsadığı noktada nasıl çöktüğünü gösterirken daha geniş çerçevede de hepimize bu ana karakter eşliğinde şu soruları sorduruyor: “Peki ama kendilik bir dünya ise, onu yerinden oynatan fay hatları nerede? Çıplak gözle gördüklerin taş kürenin üstündekiler. Ateş küre var sonra, onun altında da ağır küre. Ağır küreye yaklaştıkça yoğunluk da sıcaklık da artıyor. Çünkü orası dünyanın rahmi.”

Dünyanın rahmine yolculukta yazar bizi en büyük tabu olan cinselliğin sorgusuna da davet ediyor. Ayıp ve günah olduğu korkusuyla ama inadına kendi kendini tatminle geçen çocukluk geceleri, ilk acemi deneyimler, kucağında bebeğini tutarken arkadaşının kocasının kucağında seviştiğini hayal ederek ıslanan genç kadın… Didem’in açıklığı bize çok yakıcı sorular dayatıyor. Çünkü işte burası ağır küre.

Didem’in küçük ritüellerinde ve her biri kendi kadınlık, erk, sınıf hikâyeleri ile gelen diğer yan karakterlerin izleğinde herkes yapageldiği bir şeylere rastlayacak illa ki. Huzursuzlanarak keşfedecek kendini. Belki bir iki kez masaya, kanepeye bırakacak, birkaç dakika sonra daha bir hışımla eline alacak kitabı. Irmak Zileli demişti ya ‘Gözlerini Kaçırma’ diye. Aynada kendiyle göz göze, gecelerde hakikatiyle baş başa kalacak insan. Başka türlü okuması yok bu kitabın…

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ