Harut Usta’nın dilinden Ordu’nun gayriresmi tarihi

Selçuk Küpçük’ün ‘Ordu şehrinde gayri resminin tarihi: Bakırcı Harut Usta’nın öyküsü’ başlıklı sözlü tarih anlatısı, Harutyun Artun’un, yani Harut Usta’nın kişisel tarihi üzerinden Ordu’nun yerel tarihinin panoramasını son derece akıcı bir dille anlatıyor. Küpçük’ün yazısını özetleyerek sunuyoruz.

Selçuk Küpçük ve Harut Usta

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr

Selçuk Küpçük’ün ‘Ordu şehrinde gayri resminin tarihi: Bakırcı Harut Usta’nın öyküsü’ başlıklı sözlü tarih anlatısı, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Karadeniz’in Kaybolan Kimliği’ başlıklı kitapta yer alıyor (Derleyen: Uğur Biryol). Araştırmacı yazar Küpçük’ün çalışması, Harutyun Artun’un, yani Harut Usta’nın kişisel tarihi üzerinden Ordu’nun yerel tarihinin panoramasını son derece akıcı bir dille anlatıyor. Küpçük’ün yazısını özetleyerek sunuyoruz.

Ordu Ermenilerinin tarihi üzerine Raymond Kevorkian’ın iki kitabından yaptığımız özetler ise Ordu’da 1915’ten önce ve sonra Ermenilerin durumu hakkında Harut Usta’nın anlattıklarıyla uyumlu bilgiler içeriyor.

Harut Usta’nın öyküsü, Selçuk Küpçük’ün çalışmasının başlığında olduğu gibi gerçekten de bu ülkede yaşanan gayrıresmi tarih hakkında çarpıcı verilerden bir demet sunuyor. Bu kişisel hikâye, Türkiye’de son yıllarda sayısı hızla artan sözlü tarih çalışmalarının bu ülkenin gayriresmi tarihinin ortaya çıkartılmasında ne kadar önemli bir rol oynayacağının yeni bir belgesi…

Günümüzde Ordu’da yaşayan dört Ermeni’den dışa dönük hayat yaşamayı tercih eden Bakırcı Harut Usta’nın dışındaki üç kişi, yaşlı ve yorgun insanlardır. İçlerinde en sosyal olanı Bakırcı Harut Usta’dır. Şehrin en gözde sokağının girişindeki apartmanın ikinci katındaki atölyesinde kimi zaman misafirlerini ağırlarken, kimi zaman sokağı gören penceresinin kenarından uzun ve yalnız bakışlarla hayatın akışını takip ederken bulursunuz onu.

Kentsoylu, zarif, bilge ve güngörmüş bir insan olan Harut Amca’nın bakır ustalığı babasından geliyor. O salt bir bakır ustası değil. Bakır ile estetik eşyalar, kabartmalar, resimler yapabilen farklı bir kimliğe sahip. Dolayısı ile zanaatkârlıktan ziyade onu sanatkâr olarak tanımlamak en doğrusu. İlk görüşmemizden sonra artık Harut Amca’nın benim hep gizemli bulduğum atölyesinin müdavimleri arasındaydım. Harut Amca’ya bir gün kendi öyküsünden hareketle ve bilebildiği kadarıyla Ordu şehrinin geçmişi içerisinde “hiç hatırlanmayan” Ermeni nüfusunun tehciri meselesini konuşmak, bunu da kayıt altına almak isteğimi belirttim. Bu dileğime nasıl karşılık vereceğine ilişkin hiçbir tahminim yoktu ama kabul etti Harut Amca. 

Harut Amca küçük yaşlarda ailesi ile. anne, babası ve arkada kızkardeşleri ile.

240 yıllık Ordulu

Harut Amca (Harutyun Artun) 15 Mayıs 1926 Ordu doğumlu. Bakırcılık yapan babasının ismi Mıgırdiç Artun. Annesinin ismi Hıngani. Şehrin gayrımüslim nüfusunun ağırlıklı yaşadığı Zaferi Milli Mahallesi’ndeki evlerinde doğuyor Harut Amca. Kendi araştırmalarına göre aile kökleri yaklaşık 240 yıl evvel gelmiş Ordu’ya. Kestane ağaçlarının çok yoğun olduğu Zaferi Milli’de, dedesi ahşap bir köşk yapar. Dedesi aynı zamanda kereste tüccarıdır ve Romanya’dan getirtilen keresteleri işleyip iç bölgelere, özellikle Sivas’a, Erzincan’a, Malatya’ya satmaktadır.

Harut Amca'nın fındık tüccarı olan ve hiç görmediği dedesi ve anneannesi. Önde annesi, arkada dayıları. Yer .Paris

Tabii, Harut Amca’nın ne baba tarafından dedesini, ne de anne tarafından dedesini hiç göremediğini hemen belirtelim. Dedesinin ismi Ovagim. Varlıklı bir insan. Anne tarafından dedesi ise yine şehrin önemli bir fındık tüccarı. Hatta Harut Amca Ordu’ya ilk fındık fidanlarının dedesi tarafından Gürcistan’dan getirildiğini söylüyor. Bu dedesinin işyeri ise günümüzde Kervansaray isimli, şehrin önemli ve köklü lokantasının (ki Hemşinlidirler) bitişiği ve bugün dahi ayakta olan bina. Birbirine ekli şekilde uzayan bu binanın en uçtaki kısmı daha yakın zamana kadar küçük ölçekli bir fındık fabrikası olarak kullanılıyordu. Şimdi kimler var orada, kimden nasıl devraldılar, mülkler kimin üzerine nasıl geçirildi çok derin ve çetrefilli bir öykü muhtemelen. Harut Amca da çok üstünde durmuyor zaten. Bir cümle ile geçiştiriyor söyleşinin bu kısmını.

Ordu’da Ermeni nüfusunun köklerine ilişkin bilgiler alabileceğimiz yazılı kaynaklara bakarsak, Harut Amca’nın verdiği tarih ile aşağı yukarı kesişiyor. Sıtkı Çebi’nin ‘Ordu Şehri Hakkında Derlemeler ve Hatıralar’ (Orsev Yayını, 2000, Ordu) adlı kitabında Ermenilerin bölgeye gelişinin 18. yüzyılın sonlarına uzandığı belirtilir. Sivas, Karahisar ve Suşehri gibi yerleşim yerlerinden gelen Ermeniler önce Bayramlı kasabası civarındaki köylere yerleşiyorlar. Harut Amca ile yaptığımız söyleşide, mesela Sivas’ta akrabaları olduğundan bahsetmişti. Ki şimdi vefat eden eşini de gidip Sivas’tan aldığını da ekleyelim. Bu köylerde çok fazla kalmaz Ermeniler ve sahilde yeni kurulmakta olan ve şimdi Ordu şehrinin bir mahallesi, Bucak kasabasına gelirler. Oradan da şehir ile iç içe geçmiş buluna Boztepe’nin eteklerindeki Taşbaşı Mahallesi’ne. Ordu’da eskiden beri Taşbaşı’nın Rum ve Ermeni ağırlıklı bir mahalle olduğu bilinir. Mübadele sırasında da özellikle Balkanlar’dan getirilen bazı aileler Rum ve Ermenilerden kalan bu evlere yerleştirilmiştir.

Anne tarafından zengin bir tüccar olan dedesi her yıl Avrupa’dan Ordu’ya, fındık almak üzere gelen gemiler ile beraber ailesi eşliğinde âdeta tatile çıkıyormuş. 1915 Temmuz ayında aralarında Harut Amca’nın yüzlerini hiç göremediği dedelerinin, babaannesinin ve anneannesinin bulunduğu 4.500 Ermeni (rakam Harut Amca’nın verisidir) tehcire tâbi tutulur (Dönemin gazete haberlerine göre, tehcir kararı gereği Ordu iline kayıtlı toplam 12 bin Ermeni zorunlu göçe muhatap olduğu yazılı). Babası Mıgırdiç 18 yaşındadır o zaman. Annesi ile Sivas’a doğru yaya ulaştırılması amaçlanan bu kalabalık Ermeni kafilenin güvenliğini sağlamak için ise başlarında bir çavuş ve iki de zaptiye bulunmakta.

Harut Amca’nın anlattığına göre bu 4.500 kişilik kafile neredeyse imkânsız yaya yolculuğuna çıkmadan evvel şimdiki Perşembe ilçesindeki (o zamanlar Vona ismini taşır) 200 kişilik bir çeteye haber veriliyor. Yerel tarih yazıcısı Sıtkı Çebi’nin ‘Milli Mücadelede Ordu’ (Ordu Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayını, 2005) isimli kitabında Ordu Merkez, Ulubey ilçesi ve Perşembe ilçesinden toplam 456 hanenin tehcire tâbi tutulduğu belirtiliyor. Bugünün gelişmiş yol şartlarında bile zorunlu olmadıkça kimsenin ulaşım için tercih etmediği hayli engebeli, riskli bu güzergâhın neredeyse daha başları sayılabilecek bir yerde, Gölköy’de zaptiye (zaten toplam 3 kişiler) serbest bırakıyor kafileyi.

Ancak şimdiki Gölköy ilçesine gelmeden 9, Dolamaç denilen yerde Harut Amca’nın babası Mıgırdiç ve başkaca 20 Ermeni genç kaçıp, aşağıdaki Kızılen isimli köy kırsalındaki mağara ve inlerde saklanmaya başlıyorlar. Kafile, Gölköy’e ulaşmıştır bu arada. Karabayır/Karadere denilen mevkiye gelindiğinde ise Perşembe’den hareket eden 200 kişilik çete korumasız ve savunmasız, silahsız Ermenilere saldırır. Çocukları ise kafileden ayırıp öne almışlardır. Geride kalan anneler, babalar, kardeşler, yaşlılar büyük bir katliama maruz kalırlar. Çocuklar can havli ile hiç bilmedikleri arazilere dağılırlar korku içinde. Harut Amca’nın 7 yaşındaki annesi, teyzesi ile beraber kilometrelerce çıplak ayakla yürüyerek bir sonraki yerleşim yeri olan Mesudiye’ye ulaşır. Mesudiye’de bir postacı sahip çıkar annesine ve teyzesine. Bir dayısını ise çok daha aşağılardaki köylerden birisi alır büyütmek için.

Karada ve denizde katliam

Bu yaşananları kendisinin nasıl öğrendiğini sorduğumda Harut Amca’ya, bana kafile içinde ismi Antranik Bakır isimli 14 yaşında bir çocuğun ölü taklidi yaparak kurtulduğunu, çete gittikten sonra geri dönerek sahile indiğini, oradan Samsun Bafra’ya ulaştığını, orada bir tarakçının yanına girerek çalıştığını, daha sonra Ordu’ya geldiğini ve Harut Amca’nın babasına uğrayıp, yaşadıklarını anlattığını belirtti. Aslında katliamın sadece Karabayır/Karadere’de yapılanla sınırlı kalmadığını, denizde de yaşandığını söylüyor Harut Amca. Bazı Ordulu kayıkçıların, mavnacıların şehirdeki Ermenileri Rusya’ya kaçırmak amacıyla paralarını alıp yola çıktıklarını, Giresun Adası açıklarına geldiklerinde ise hepsini denizde infaz ederek sulara attıklarını, ardından Rusya’ya gidiş-geliş süresi kadar Giresun Adası’nda beklediklerini anlatıyor. Bu böyle yinelenip duruyor bir süre. Tabii herkes (geride kalan Ermeniler) zannediyor ki büyük kayıklara binenler çoktan Rusya’ya varıp kurtuldu. Oysa Karadeniz’in derin sularında kanlı bedenleri kaybolup birer birer gitmiştir.

Muhtemelen bir katliamın olabileceğini sezinleyen ve genç olmaları sebebi ile kaçabilecek ve karşılaşabilecekleri güçlüklerle mücadele edebilecek dirençte ve aralarında Harut Amca’nın 18 yaşındaki babasının da bulunduğu 20 genç, kafileden ayrılarak, günümüzdeki adı Kızılen olan köy kırsalına ulaşıp, o bölgelerde yaklaşık 6 ay kadar inlerde ve mağaralarda yaşamaya çalışırlar. Ortalık biraz durulunca genç Mıgırdiç, şehirde mavnacılık yapan Müslüman arkadaşı Hakkı Gürsoy’a gizlice haber yollayarak, Mesudiye’den çıkıp, kolları ile beraber vadiler boyu büyüyüp Ordu şehrine yakın bir yerden Karadeniz’e ulaşan Melet Irmağı’nın ağzında kendilerini belli bir tarihte beklemesini iletir.

Şehrin saygın mavnacılarından Hakkı Gürsoy, 20 kişi alabilecek mavnası ile Melet Irmağı’nın Karadeniz’e döküldüğü ağza yaklaşıp demir atar. 20 genç saklandıkları kuytu yerlerden kimselere gözükmeden ırmak boyu takip ettikleri yolu tamamladıklarında biraz açıkta bekleyen mavnayı görürler. Hakkı Gürsoy, Harut Amca’nın babası Mıgırdiç ve diğer arkadaşlarını alıp Karadeniz’in hırçın sularına doğru açılır. Tehcir uygulaması, 27 Mayıs 1915 ile 8 Şubat 1916 tarihleri arasını kapsıyor. Dolayısı ile bu tarihlere 6 ay yakınlıkta bir zaman diliminde gerçekleşiyor kaçış. Hakkı Gürsoy başka mavnaları olanların Rusya’ya götüreceğim deyip, açıklarında infaz ederek Rusya’ya gidiş geliş vakti kadar bekledikleri Giresun Adası’nın uzağından geçerek, uzun ve yorucu bir yolculuk sonrasında bugünkü Gürcistan’ın Sohum şehrine götürüp bırakır aldığı kaçak yolcuları.

20 Ermeni genç karaya çıkar çıkmaz, Rus askerleri sarıyor etraflarını ve niçin geldiklerini soruyor. “Biz iltica etmek istiyoruz. Anne babalarımızı öldürdüler” diyorlar. Rus askeri yetkililer, isteyenlerin kendi ordularına katılıp “intikam” alabileceklerini belirtince, bu 20 gençten 15’i teklifi kabul ediyor. Ancak Harut Amca’nın babası ve dört arkadaşı bu teklife yanaşmayıp şehirde kalıyorlar. Babasının anlattığına göre, Rus ordusuna intikam almak amacıyla katılan gençlerin hepsi köylü çocuklardır. Aralarında Mıgırdiç’in de bulunduğu diğer dört genç ise şehir çocukları. Genç Mıgırdiç Sohum’da Ermeni bir bakırcı ustasının yanında işe girip çalışmaya başlar.

Sağdan ayakta duran ilk kişi Harut Amca'nın babası Mıgırdiç 

1922’de eve dönüş

Türklerden intikam almak üzere Rus Ordusu’na katılmayan baba Mıgırdiç, Sohum’dan memleketi Ordu’ya 20’li yaşlarında, Ermeni ustalardan öğrendiği bakırcılık mesleğine sahip olgun bir delikanlı olarak geri dönüyor. Yıl 1922. Yanında arkadaşı kırıkçı-çıkıkçı Kevork Efendi ile beraber. Tabii geliyor ama büyük bir yalnızlık. Anne baba yok, büyükler yok, yetişkin hiçbir akraba kalmamış. Evler bomboş. Ve belki kimi Ermeni evlerine birileri tarafından el konulmuş, yağmalanmış vs… Mıgırdiç Usta şehirde Ermenilerden geride kalan bakırcı dükkânlarını açıyor, aletleri topluyor ve işe koyuluyor.

Artık şehirde bir bakırcı ustasıdır. Hayatın ritmine tempo tutan ince çekiç vuruşlarının naif sesleri arasında yeni bir başlangıç yapmaya gelmiştir memleketine. Ailesinin tarihini sıfırdan ve yeniden o kuracaktır bir bakıma. Bu arada içerideki yüksek ilçe Mesudiye’de bir postacının alıp büyüttüğü annesi ve teyzesi yetişkin birer genç kız olunca ve ortalık birkaç yıl sonra onlar açısından durulunca, Ordu’ya geri inerler. Bomboş evlerinin kapısını titrek elleri ve gözyaşları içerisinde açarlar. Belki içlerinden annelerine seslenmek geçti, belki arkalarına bakıp işten eve dönen yorgun babalarının yüzlerini aradı gözleri. Artık hiçbirisi yoktu, büyük yalnızlıklarından başka. Anne babalarını, bütün büyük akrabalarını kaybetmiş bu acılı çocuklar, yeni bir başlangıç için birbirleriyle evleniyorlar. Ailenin ardı ardına ikisi kız, ikisi erkek 4 çocukları oluyor. Ancak erkek olan ilk çocuk 13,5 yaşında menenjitten hayatını kaybediyor. Harut Amca iki kız kardeşi arasında ortanca çocuk.

1915 yılında yaşanan büyük tehcirden sonra şehirde toplam 135 Ermeni aile kalmış. Ermeni cemaatinin kilisesi ise bugün şehirde İsmet Paşa İlkokulu olarak ismi geçen yapının yanındaki cami. 1936-1939 arasında Ordu’da valilik yapan Bekir Baran zamanında bu kilise, Harut Amca’nın belirttiğine göre bilinçli bir şekilde yıkılıyor ve açıkça Ermeniler göçe zorlanıyor. Zaten ardından pek Ermeni nüfus kalmıyor. Çoğu İstanbul’a ya da yurt dışındaki akrabalarının yanına göçüyorlar. Varlık Vergisi’nin de yine bu göçte çok etkili olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Harut Amca sıkı bir İnönü karşıtı.

Genelkurmay’dan takdirname

Mıgırdiç Usta zamanla şehrin ve hatta yakın çevrenin en önemli bakır ustası oluyor. Yanında sadece Ermeni çıraklar yok. Müslüman çocuklar da vardır. Bir keresinde, Ordu açıklarında gezen savaş gemilerimizden biri bozuluyor. Tamir için İstanbul’a gidip gelmesi mümkün değil. Ordu sahiline demir atıp valilik ile irtibata geçiliyor. Zamanın valisi “Bizim bir ustamız var, bir baksın” deyince Mıgırdiç Usta’ya geliyor komutanlar. Usta, başkalfası –ki Müslümandır– Emin’i bakması için gemiye gönderiyor askerler ile beraber. Sekiz metrelik yarılmış boruyu söküp getiriyorlar Mıgırdiç Usta’nın dükkânına. Ancak boru tezgâha giremeyecek kadar büyüktür. Bunun üzerine dükkanın duvarını kırarlar. Netice itibariyle anne-babası tehcir sırasında öldürülen Ermeni ustası ,Türkiye Cumhuriyeti devletinin savaş gemisinin yarılan motor borusunu büyük bir özenle ve herkesi hayretler içerisinde bırakarak tamir ediyor.

Bunun üzerine geminin komutanı Mıgırdiç Usta’yı tebrik etmeye geliyor. “Usta, bir dileğin var mı?” sorusuna, Mıgırdiç Usta’nın “Ben askere hakkımı helal ettim” cevabına karşılık amiral ısrar edince, yanında çalıştırdığı dört ustasının Eskişehir’deki demir atölyesine alınmasını istiyor. Ordulu Mıgırdiç Usta’nın yanından oraya giden bu 4 kişi, mesleklerinde gelişip bölüm şefi oluyorlar. Daha sonra Genelkurmay’dan gemiyi tamir ederek göstermiş olduğu başarıdan dolayı bir takdirname gönderiliyor Mıgırdiç Usta’ya.

Bu takdirname, uzun süre işlevi olmayan bir belge gibi durur. Ta ki, gayrımüslim vatandaşlar için çıkartılan Varlık Vergisi denen ağır uygulamaya kadar. Bütün Türkiye gibi Ordu’da da gayrımüslimler bu vergiyi ödemekte büyük zorluklar çekerler. Şehirde kalan az sayıdaki gayrımüslim, Ordu’dan ayrılıp Avrupa ve Amerika’ya göçerler. Ancak Harut Amca’nın ailesi bu vergiden muaf tutulur. Vaktiyle ülkesine göstermiş olduğu yarardan dolayı Mıgırdiç Usta’ya Genelkurmay’dan gelen takdirname sebebi ile bu ağır vergiden muaf tutulur.

Harut Amca ile sohbetiniz sırasında Türkiye’nin yakın tarihine doğru konuşma gelişirse, kendisinden ilk duyacağınız, İsmet İnönü’ye yönelik olumsuz kanaat bildiren cümleleridir. Atatürk zamanında gayrımüslimlerin durumu iyiyken, İnönü zamanında durumun kötüleşerek değiştiğinden çok yakınır. Hatta bir seferinde İnönü Ordu’yu ziyaret edeceği vakit, polis gelip Mıgırdiç Usta’ya yarın buralarda gözükmemesi gerektiğini, köye gitmesinin daha iyi olacağını söylüyor. Anlıyor tabii usta sebebini. Binip ata kendi köyleri olan Günören’e çıkıyor. Ertesi gün geri döndüğünde ise İnönü’nün şehri ziyareti öncesi gayrımüslimlerin tutulup sebepsiz yere hapse atıldığını öğreniyor. Ta ki İnönü gidene kadar.

Halk Partisi, Harut Amca için, tıpkı Müslümanların belleğindeki gibi zulüm demektir. Ancak hayat öyle ilginç ki, bir vefa borcundan dolayı Harut Amca istemese de Halk Partisi için çalışmak durumunda kalmış, köy köy gezmiş. Çünkü babası Mıgırdiç’i Sohum’a kaçırarak hayatını bir anlamda kurtaran mavnacı Hakkı Gürsoy’un büyük oğlu İdris Gürsoy, bir ara senatör olur ve Halk Partili’dir. Yine de çok zulüm gördükleri halde Halk Partisi’nden aday olan İdris Gürsoy için köy köy gezip oy ister Harut Amca. Acılı bir öyküden kalan vefa borcu olarak.

Yeni başlangıç için

Biz Türkler ve Ermeniler, yeni bir başlangıç yapmak için, Mıgırdiç Usta’nın ölüm döşeğinde iken Harut Amca’yı yanına çağırıp söylediği son sözleri önemsemeliyiz. Mıgırdiç Usta ölüm döşeğine kadar oğluna katliam ile ilgili hiçbir şey anlatmamış. 1915’te Karabayır/Karadere’de planlı şekilde Perşembe’den gelen 200 kişilik çetenin yaptığı katliamla ilgili olarak ilk kez o vakit bazı şeyleri anlatmış oğluna. Anne babaların, toplumlar arasında kin ve garez olmasın diye çoğu şeyin uzun süre anlatmadığını belirtiyor Harut Amca. Ama Mıgırdiç Usta’nın ölüm döşeğinde söylediği o son cümle beni açıkçası çok etkiledi: “Artık geçti. Kin tutmayın!”

Bakırcı Harut Usta, kin tutmayan, ama yaşananlar ile herkesin yüzleşmesi gerektiğini yineleyen, Ordulu olmaktan büyük gurur duyan, memleketine bağlı bir vatandaş olarak 2004’teki yerel seçimlerde belediye meclisi için o zamanki ÖDP’den 1. sıra adayı oldu ve seçim çalışmaları yaptı. Kış ayları geldi mi, İstanbul’a çocuklarının yanına gidiyor ama çok duramıyor oralarda. Havalar ısınır ısınmaz çok sevdiği memleketi Ordu’ya, dostlarının yanına, çocukluğunun geçtiği, her bir sokağında hatıralarının yaşandığı Karadeniz’in bence en güzel şehrine gelip, babasından kalma dükkânının ikinci katında kendisini ziyarete gelenlere çay ısmarlamaktan büyük keyif alıyor. Ömrün uzun olsun Harut Usta.

1915 öncesinde durum: Hemşin göçmenleri

Toplam nüfusun 13.565’ten 3.002’sinin (507 hane) Ordu’da yaşadığı, 29 köy, 25 kilise ve 28 eğitim kurumunun bulunduğu Trabzon Vilayetine bağlı Ordu kazasındaki Ermeni cemaatlerinin büyük bölümü 18. yüzyılın başında Hemşin ve Sevked’den [Kalkandere] göç eden Ermenilerce kurulmuştu. Kaza merkezi Ordu, Sinoplu koloniler tarafından kurulan ve Ksenofon’un “On Binler”iyle çıkartma yaptığı eski Kotyora’dan birkaç kilometre ötede yer alıyordu. Pirinç tarımının yapıldığı doğudaki sazlıklar, şehrin alçakta kalan bölgelerindeki sağlıksız iklimin başlıca nedeniydi. Buna karşılık yükseklerde, Pez Tepe yamaçlarında yer alan semtlerin havası gayet hoştu. Boztepe Mahallesi’ne yerleşmiş Ermeni kolonisi, 19. yüzyılın ortalarına kadar pek büyük değildi; o dönemde limanın ticari alanda gelişmesiyle Tamzara, Giresun ve Khamşonts’taki Ermeniler buraya gelerek, yeni Zeytun ve Saray mahallelerine yerleştiler. Bu durum, cemaati, 1852’de Meryem Ana Kilisesi’ni büyütmeye, ardından da 400 öğrenciye eğitim veren Movsesyan (1857) ve Hayguhiyan (1880) okullarını kurmaya sevk etti. Bölgede fındık tarımını başlatan, şehirde her hafta panayır kurulmasına öncülük eden, kireçtaşı, gümüş ve manganez çıkarılıp ihraç edilmesi yönünde faaliyet gösterenler de gene bu Ermenilerdi. Ordu’ya en az bir saatlik ve en çok on saatlik mesafede yer alan iç kesimlerdeki yirmi dokuz köy ise, on altı kırsal gruptan oluşan bir örgütlenmeye sahipti ve 20. yüzyılın başında bile Hemşinli köklerinin izini taşıyan kimliklerini koruyorlardı.

1915’te yaşananlar: Kadın ve çocuklarla dolu mavnalar

E.B. Andreasian’ın tanıklığına göre savaşın ilk aylarında Ordu ülkenin geri kalanından yavaş yavaş tecrit edilmiştir. Buradaki ilk tutuklamalar 1915 Haziran ortasında yapıldı. Düzenli orduya bağlı 500 asker, Ermeni mahallelerini kontrol altına aldı ve bir miktar erkeği tutuklayıp kışla hapishanesine koydu. Bu operasyon yaklaşık altı gün sürdü; şehirdeki Ermenilerin Musul’a tehcir edileceğini bildiren karar, ancak bu operasyon tamamlandıktan sonra halka duyuruldu. İlk önce erkekler gidecekti; erkekler dörtlü gruplar halinde birbirlerine bağlandılar ve 80 ila 100 kişilik gruplar halinde gönderildiler.

Tanığımıza göre bu adamların civardaki ormanlık vadilerde boğazlarının kesildiği oldukça geç bir vakitte öğrenilmiştir. Ancak bazı tutuklular rüşvet vererek serbest kalmayı ve birkaç gün sonra yola çıkan kafilelere aileleriyle birlikte katılarak Ordu’dan ayrılmayı başardılar. İlk kafile tutuklanan ve katledilen erkeklerin ailelerinden oluşur. Bütün gruplar Mesudiye üzerinden Suşehri’ne giden ve Şebinkarahisar’ın 30 kilometre batısında uzanan yoldan gönderilirler. Bu sürgünlerin çoğu Suşehri yakınlarındaki Elbedir nahiyesinde katledilirler ve çok sayıda kız ve kadın da kaçırılır. Küçük bir grup yola devam etmeyi başarır. Papaz Hans Bauernfeind 14 Ağustos’ta Sivas’ın güneyinde, Kangal’da Trabzon sürgünleriyle birlikte bu gruba rastlar.

Geçici olarak Ordu hastanesine ve diğer kurumlara yatırılan yaşlı, hasta ve sakatlar, kısa süre içinde gemiyle Samsun’a gönderildiler. Aslında tıpkı Trabzon’da olduğu gibi burada da açık denizde boğuldular. Bir grup kadın ve özellikle üç ila 12 yaşlarındaki çocuklar Rum, Gürcü ve Türk arkadaşlarının evlerinde saklandılar; bu insanlar kafileler gittikten sonra Ordu’da kaldılar. Ancak yetkililerin savurduğu tehditler sonucunda dostları onlardan kurtulmak zorunda kaldı. Yetkililer bu çocukların bazılarını Giresun’daki ailelere dağıttılar, bazılarını da açık denizde boğdular.

Trabzon sanıkları davasının 26 Nisan 1919’da yapılan on dördüncü duruşmasında Ordulu tüccar Hüseyin Efendi, Ordu Kaymakamı Faik Bey’in Ermeni kadınları ve çocuklarıyla dolu iki mavnayı Samsun’a doğru gönderdiğini, “iki saat sonra mavnaların boş olarak geri geldiklerini” belirtir. Bu gemiler bu kadar kısa süre içinde Samsun’a gidip gelmiş olamazlardı; bir başka deyişle gemilerdeki yolcular “denizde kayboldular.” Bir grup delikanlı, Doğu Karadeniz (Pontos) Dağları’na kaçmayı ve üç yıl boyunca burada hayatta kalmayı başardı.

Son olarak, Ruslar Trabzon’u ele geçirince, Cemal Azmi’nin Otelci Niyazi’yi Ordu’ya gönderdiğini ve burada Rumları tehcir etmek ve mallarını ‘gülünç fiyatlara’ tasfiye etmekle görevlendirdiğini belirtmek gerekiyor.