Tecrit edilmiş bir hayat: Yıldız Tilbe

Şair Fırat Demir, bundan böyle her hafta portreleriyle Agos'ta. Gündemi teslim ettiğimiz köşe yazarları, oyunbaz politikacılar, medya figürleri, olaylı popstarlar, gönlümüze yakın edebiyatçılar, trajik sinema yıldızları... İlk portre “hedefe her yaklaştığında taş ile birlikte aşağı düşen lanetlenmiş Sisifos gibi, en yüksek noktadan düşüveren” Yıldız Tilbe.


Şair Fırat Demir, bundan böyle her hafta portreleriyle Agos'ta. Gündemi teslim ettiğimiz köşe yazarları, oyunbaz politikacılar, medya figürleri, olaylı popstarlar, gönlümüze yakın edebiyatçılar, trajik sinema yıldızları. Eski yeni pek çok isim teker teker Demir'in karşısına geçiyor. Türkiye'nin kollektif bilinçaltını deşecek bu portreler, hal ve gidişatın seceresini tutuyor. İlk portre “hedefe her yaklaştığında taş ile birlikte aşağı düşen lanetlenmiş Sisifos gibi, en yüksek noktadan düşüveren” Yıldız Tilbe.

 

FIRAT DEMİR

firatdemir@me.com

Hayatın tecrit ettiği bir varlık Yıldız Tilbe. Hayat onu merkezinde istemedi, püskürttü; aşkın ve deliliğin sınırlarına püskürttü. Bir sınır bekçisi oldu Tilbe, herkesten ve her şeyden ayrı, bir tek kendini bekledi. Beklerken de birikti, yükseldi, dağ gibi karşımızda beliriverdi. Uzaktaydı, yalnızdı ama tüm manzaraya da hakimdi.

Başlı başına bir hakikattı; içinden dışına, derisinden kemiğine hakikat için yaşıyordu. Çünkü başka tür bir yaşama bilgisi yoktu. Tecrit edilmişlerin yegâne kaderi, alnına kazınmıştı bir kere. İnsanlar arkasından sessizce, ta çocukluğundan beri, “deli bu”, dediklerinde aslında onun hayata nasıl alışamadığını, hayatı nasıl taşıyamadığını kastediyorlardı. Böylesi bir alışamama hali içerisinde yoluna devam etmek, Tilbe’nin yazgısıydı. Ya da laneti.

Her lanetin bir diyeti var. Yıldız Tilbe bu diyeti aklıyla ödedi, ödüyor. Yine ve yine. Hem de anahtarlar onun yönüne doğru açılmaya başlamışken. Biz tam Yıldız Tilbe’yi sürekli uğradığı o yıkıntıların arasından bir kere daha değerli bir inciymiş gibi bulup, çıkarıp, silkeleyip göğsümüze yakın bir yerde taşımaya başlamışken. Onu gönlümüzün ortağı yapmışken.

Kim derdi ki onun gibi acının içine doğmuş biri gidip Hitler’in adını anacak, Hitler için Allah’tan rahmet dileyecek, dünya üzerindeki diğer Yahudilerin ölümü üzerine dilekler tutacak. Şarkısına sözüne gözyaşı döktüğümüz bu kadında mı zulümden yanaydı? Aşkını incitemeyen, bir canı böyle nasıl incitirdi?

Kimilerine göre işlediği bir insanlık suçuydu; adil bir ülkede hukuksal bir cezası olmalıydı. Kimilerine göre zaten sanıldığı gibi derin veya hisli biri değildi, kısaca bir cahil ya da bir deliydi, ne bekleniyordu? Kabul edemesek de, kimileri içinse yerden göğe kadar haklıydı. Tilbe, durup beklediği o kovuğu bir gecede terk etti,  tekken, kendini kendi hüznüyle bütünlemişken dört bir yana saçıldı. Savruldu.

Yıldız Tilbe, böylesi kesiklerden, kesip atmalardan, sıyrılmalardan oluşuyor. Tilbe, savrularak yaşıyor. Gecekondunun yarım akıllı kızı, 13’ünde konfeksiyon işçisi, 18’ine günler kala artık evli, 19’unda anne. Bir daha inmeyeceği sahneye ayağı değene kadar deri işçisi kocası ve hayranı olduğu Sezen Aksu’nun ismini verdiği kızı ile 24 yaşına varıyor. 24 yaşında, tam da İzmir’in Broadway isimli gece kulübünde şarkılarını söylemeye başlamadan önce, bir kabullenişi duymak ister gibi, babasına soruyor: Baba, ben güzel miyim?

Güzelsin kızım, üstelik çok da iyisin; ama birkaç tahtan eksik.

Birkaç tahtası eksik Tilbe, daha “yıldız”ı başına konmadan, Sezen Aksu tarafından keşfediliyor. İlk büyük savruluşu bu Tilbe’nin, hani “hayatın merkezi”ne ait olmak için karşısına çıkan ilk şansı. Ne demiştik, bir bilgi eksikliği, bir lanet, kendi kendini yiyen bir diyet. Kurtarıcısı olan Sezen Aksu, düşmana dönüşüyor; apar topar yanına taşındığı Aksu evinden, aynı telaşla kaçıyor. “Paçayı kurtarmak” için herkesin karşısında hizaya geçtiği bir Sezen Aksu’yu karşılayamıyor bilgisizliği. Oyunu bilmiyor. Tilbe’nin ilk büyük şansı, ilk büyük hatası oluyor. Bu şans/hata diyalektiği ta şu güne kadar tekrar ediyor.

Tıpkı kendisini yoktan varettiği 'Delikanlım' şarkısıyla olduğu gibi. 'Delikanlım', Yıldız Tilbe’yi bir gecede zirveye oturtuyor. O artık aşıkların, üzülenlerin, yalnızların şarkıcısı. Kim ondan sonra aşk şarkılarının değişmediğini söyleyebilir ki? Şu iki kapkara göze bakın, şu ürkek bedene, önce yükselen, sonra düşen şu varlığa. Fakat 'Delikanlım' ile gelen “şans”ın da biçim değiştirmesi, “hata” ile karşılaşması çok sürmüyor. Hedefe her yaklaştığında taş ile birlikte aşağı düşen lanetlenmiş Sisifos gibi, en yüksek noktadan düşüveriyor Yıldız Tilbe. Toplumumuzun en büyük yalanlarından biri olan uyuşturucunun kötü örneği oluyor. O haber programından bu magazin programına, çarşaf çarşaf “bağımlılığı”, “çirkinliği”, “düşkünlüğü” konuşuluyor. Pop müzik dünyasının güzellik ve gerçeklik dengelerini tek bir şarkıyla dinamitlemiş bu kadına tabir-i caizse haddi bildiriliyor. Ortalık sakinleştiğindeyse, Tilbe’de birazcık da olsa bulunan savunma mekanizması, tamamen çöküyor. Diyebiliriz ki, taşı yeniden kucaklayana kadar, taşın altında eziliyor.

Tilbe yere yaklaştığında, talan başlıyor. Eskişehir’de bir pavyonda sahneye çıkmasından bitmeyen rehabilitasyon tedavilerine kadar bir türlü kendine gelemeyen Tilbe, “imparator” tarafından kurtarılıyor. İmparator İbrahim Tatlıses’in topraklarına girmek demek, imparatora boyun eğmek demek oluyor. İbo, Yıldız’a albüm yapmasına albüm yapıyor ama şairin şiirine de dişlerini geçiriyor. Ver sen bana bu en güzel besteni, al sen şu kadarcık parayı. Keza geçmişin acısını çıkartmak ister gibi, herkes tarafından bir bir hizaya getiriliyor Tilbe. Tüm hakikatiyle bir televizyon programı mı yaptı, yok, fazla geliyor, hemen programı bitiriliyor. Bir başkasının televizyon programına konuk mu oldu, insanlar gülüp eğlenirken, Tilbe’den içini açması, yaralarını göstermesi bekleniyor. Sisifos demiştik; evet, Tilbe adım adım bir varoluşçuya dönüşüyor. Bu saçma hayat karşısında, saçma karşısında bedensel bir transa geçiyor ve o saçma dansına başlıyor. Bu dans, aynı anda hem karşı koyuşun, hem kendinden geçişin dansı. Tilbe’nin varlığını gösterme işareti, çabası. Fakat televizyonun acımasızlığında yalnızca bir çırpınış oluyor. Tilbe’nin ipleri elinden bıraktığının bir başka göstergesi.

2000’leri bir gölge gibi yaşıyor Tilbe. Kendi anlamının ışığında belirsizleşmiş bir cisim gibi. Ona yeni bir neden, yeni bir şans verecek eşik ise, çok değil, daha üç dört yıl öncesinde beliriyor. Sosyal medya çağı, Tilbe’nin hakikati için yeni bir anlam demek oluyor. Herkesin kendine bir persona yaratabilmesine imkan tanıyan bir sanallık içerisinde, Yıldız Tilbe, mention yapmayı bile bir ayda öğreniyor. Bu aforizmalar kadını, kısa cümleler hükümdarlığında kraliçe ilan ediliyor. Bir zamanlar televizyonda içimizi acıtan, bize fazla o hakikat, yeni zamanın gevşek kurallarına cuk diye oturuveriyor. Kendi duygu tembelliğimiz içerisinde bu taşkınlığı enerji kaynağı gibi görmeye başlıyoruz. Tükettikçe tüketiyoruz. Yani onu yine en başından lanetlendiği yere, merkeze çekmeye çalışıyoruz. İlahi döngüyü biraz da biz tetikliyoruz.

Yıldız Tilbe’yle aynı anda, bir başka isim, Leman Sam, artık İstanbul’da saç ektirmiş Arap görmek istemiyorum, diye “haykırdı”. Leman Sam, ta 80’lerden beri barış şarkıları, özgürlük şarkıları söyleyen birisi. Hakkı teslim edilmesi gereken bir sanatçı. Fakat Sam, bu sözleri bir hayvan hakları savunucu olarak, bir barış elçisi olarak, hayatın tam ortasında, kendi varlığının farkında bir biçimde sarf etti. Söylemi kişisel olmaktan da öte, toplumumuz içerisindeki iletişim ve bilgi eksikliğinin ya da bir toplumsal grubun tarihsel algısının yansımasıydı. Olayın devamında Leman Sam’ın aldığı kamyon dolusu hakaretler de gösterdi ki, bu durum, toplumumuzdaki patolojik ayrımların izdüşümüydü. Birbirini anlamanın iki uç sınırı. Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü, diye boşuna dememişiz.

Peki, birinin ötekinden çok da farklı olmadığı durumda, neden Yıldız Tilbe olay olurken, Leman Sam meselesi o kadar büyütülmedi? Tilbe’nin ırkçılık boyutunda kendini varılabilecek son noktaya taşıması, ırkçılığın da ötesinde soykırımı övmesi, bir halka katliamı uygun bulması  başlı başına yeterli bir cevap. Bu cevaba Tilbe’yi tıpkı ‘Delikanlım’ dönemindeki gibi bunca mitleştirmişken, onun bize böyle bir gerçekle karşılık vermesinin yarattığı hayalkırıklığını ekleyelim. E bir de söylenmiş bu vahşi sözlerin toplumumuzdan destek ve karşılık gördüğü gerçeği altında ezildikçe ezilelim. İşte o kişisellik noktasından birdenbire “Büyük Türkiye Vizyonu” heyezanlarının tam orta yerine koşullanmış bir Yıldız Tilbe. Daha doğrusu, bu heyezanlar tarafından yutuluvermiş. Belki bilmeden, belki istemeden.

Akılla işlenmiş bir günahı, kişisel bir cahilliğin, birebir karşılığını toplumda buluvermesi takip ediyor. Geriye ne kalıyor? Geriye tüm hakikatini bir kere daha elinden kaçıran bir yalnız kalıyor. Şansın hata, hatanın tekrar yıkıntılara dönmek olduğu bir döngü içerisinde belki de bu sefer silinemeyecek bir leke kalıyor. Tecrit edilmiş bir hayatın, gözlerimizin önünde aklını ve vicdanını feda etmesini izlemek kalıyor. Kendi kaderinin eşiğinde bir suçlu kalıyor.

Olmuyor işte. Yıldız Tilbe ne zaman ortaya, hayatın ortasına doğru gelmeye çalışsa aynı hızla bir kuvvet, belki lanet, belki bizzat kendisi onu öte yana iteliyor. Tilbe, kendilik dağının o görkemli zirvesinden aşağı inen sarp yolda kontrolsüzce yuvarlanıveriyor.