Hariçten memleket sosyolojisi II

Lizbon’da her şey bizdekinden daha eski ama onlar bizden daha modern bir hayat yaşıyorlar.

Besim Dellaloğlu'nun Lizbon izlenimleri devam ediyor. Bir önceki yazı için tıklayınız. 

BESİM F. DELLAOĞLU 

Lizbon’daki her şey ne kadar da eski! Öncelikle binalar. Kentin mevcut bina stoğu bizdekilerden çok daha yaşlı. Taş gibi değil(!) alenen taş! Kaldırım taşları. Kaldırım taşları İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma gibi! En azından her belediye seçiminden önce yenilenmediği aşikâr! Ama bizdekilerden çok daha estetik bir görünümleri var. Genellikle mozaik şeklinde. Kafe masaları. Galiba bir nesil geriden geliyorlar bu konuda. Telefonlar. Ankesörlü telefonlar. Evet, şaka yapmıyorum. Bu ülkede hâlâ ankesörlü telefonlar var ve insanlar o telefonları kullanıyorlar. Görebildiğim kadarıyla kişi başına düşen cep telefonu sayısı ile o telefonların gündelik kullanılma ve elde tutulma süreleri bizden epeyce geride. Havlular. Ev eşyaları. İnsanların kıyafetleri. Özellikle de pencereler. Lizbonlular galiba henüz pimapenin ne olduğunu hiç duymamışlar! Lizbon’da birkaç gün geçirmek bile Türkiye’nin bir “pimapen toplumu” olduğunu fark etmeye yetiyor! Çamaşır makineleri daha eski ama daha sessiz de aynı zamanda. Ayrıca evin içinde dolaşmıyorlar! Lizbon’da her şey bizdekinden daha eski ama onlar bizden daha modern bir hayat yaşıyorlar.

Lizbon’da klima kullanımı da bizdeki kadar yaygın değil. Elbette bu noktada iklim belirleyici ama İstanbul ile Lizbon’un iklimleri aslında birbirlerinden çok da farklı değil. Hatta bu iki şehir birbirine ne kadar da benziyor! Bizim Boğaz’ımız var. Onların Tejo’su var. Tejo’nun üzerinde köprüleri var. Şehrin bir tarafı nehir, diğer tarafı okyanus! Şehir, özellikle okyanustan gelen rüzgârları iç noktalara kadar alabilecek şekilde inşa edilmiş. Yani kıyılara sıradüzen yüksek binalar yapılarak rüzgârların içeri girebilmesi engellenmemiş. Şehrin herhangi bir noktasında denizi görmeden de, denize kıyısı olan bir kentte yaşadığınızı hissedebiliyorsunuz. Yazın şehir hep sıcak ama aynı zamanla esintili. Yani bir anlamda seçtiğiniz mimariyle şehre bir bütün olarak “klima takmak” mümkün. Üstelik de masrafsız! Ayvalık’taki Rum mimarisi de denizle ilişkisini aynı yöntemle kesmez. Sokaklar daima denize dik olarak inerler ve kıyıda denize paralel yerleşim olmaz. Böylece denizin etkisi sokaklar boyunca iç mahallelere kadar ulaşabilir.

Klima medeniyettir sanıyoruz. Oysa klimanın bizatihi kendisi medeniyet değil. Medeniyetin basit araçlarından biri sadece! Yıllar önce bir yaz mevsiminde Safranbolu’ya gitmiştim.  Dışarıda sıcaklık 32 dereceyken, kaldığımız Safranbolu evinde 18’i geçmiyordu. Otelin sahipleriyle konuşurken iç sıcaklığın kışın bile 15 derecenin altına pek inmediğini öğrendim. Klimasız! Yani Safranbolu evlerinde bugün bizim İstanbul’da klima ile sağladığımız konfor, kullanılan mimari malzeme sayesinde sağlanabiliyordu. Aslında daha nitelikli şehirlerde, binalarda klima kullanımına ihtiyaç duymadan yaşabiliriz.

Biz hâlâ bir modernleşme toplumuyuz. Modernliği kendi imkânlarıyla üretememiş ama ona kayıtsız da kalamamış ve modernlik sandığı her şeyi koşulsuz bir biçimde almış.  Üstelik bugün geldiğimiz noktada İslamcı kesimlerin Kemalistlerden pek bir farkı olmadığı da ortaya çıkmış durumda. Yani meselemiz ideolojik değil, daha derinde. Belki kültürel. Belki medeniyetsel. Modernlik elbette şimdiye dairdir ama sadece bir şimdiki zaman bilinci değildir. Modernlik şimdiki zamanın geçmiş ve gelecek zamana açılmasıdır. Modernlik geniş bir zaman bilinci talep eder. Kentlerinizi, binalarınızı inşa ederken de. Kaldırım taşlarınızı döşerken de. Pencerelerinizi seçerken de. Biz şimdiki zamana gömülmüş bir toplumuz. Ne geçmişi ne de geleceği anın bir parçası haline getirebiliyoruz. Zamanın üç boyutu arasında sağlıklı bir ilişki kurabilmeyi beceremiyoruz.

Modernlik, çağdaşlık, ilericilik gibi “şık” kavramları çok seviyoruz. Ama onların anlamlarına dair ciddi bir merakımız da yok doğrusu. Çağdaşlık verili bir çağa uyumlu olmak anlamında kullanılıyor. Peki, çağın öyle olmasında bizim ne katkımız var? Daha doğrusu çağın oluşumunda niye bizim doğru dürüst bir katkımız yok? Zaman niye hep bizim başımıza gelen bir şey? Biz niye zamanı üretemiyoruz.  Üretmediğimiz, ortaya çıkmasında pek bir katkımız olmayan bir değerin biçimini giyindiğimizde o değer de bize “bonus” olarak veriliyor mu? Laikliğimiz de, dindarlığımızda fazla şekli! Ya da yeterince içerikli değil.

Burada hayatın şeklinin belli bir değer, anlam etrafında biçimlendiğini hissedebiliyorsunuz. Ya da şeklin asla esas olmadığını! Şeklin ancak ve ancak içerikle ilişkisi çerçevesinde anlam kazandığını! Burada yaşanan hayatın içinde bir metafizik var. Metafizik deyince illa dini, itikadi bir şeyi kastetmiyorum.  Onlar dâhil olmak üzere, çok genel olarak “anlama dair” bir şeylerden söz ediyorum. Formun, biçimin, tekniğin belli bazı değerler, seçimler, tercihler, anlamlar üzerinden oluştuğu yerde hâlâ ve hep bir metafizik mevcuttur. Galiba bizim hayatımızın bir metafiziği yok! Maalesef metafizik olmadan da medeniyet ancak bu kadar üretilebiliyor.

Kategoriler

Güncel Yaşam