Binlerce Kez İyi Geceler: Biz Uyursak Değişmez Dünya

Esra Gedik, bir savaş muhabiri olan Rebecca'nın işi ve ailesi arasında seçim yapmak zorunda kaldığı 'Binlerce Kez İyi Geceler' filmini yazdı.

ESRA GEDİK 

Sinemanın vazgeçilmez hikâye türlerinden biridir yol hikâyeleri. Yolda değişen hayatların anlatısı, görüntüleri, yaşanan maceralar, dramlar, sevinçler, sürekli bir devinim hali sinematografiktir.  Fakat Thelma ve Louise gibi çok nadir ratslanılan filmler hariç, , bu yol hikâyeleri, eril hikâyelerdir. Örneğin; ‘ Into The Wild’, ‘On The Road’, ‘Motosiklet Günlükleri’, ‘One Day’. Bu filmlerde modern dünyanın yalnızlığında bocalayan bu erkekler, farklı bir dünya yaratmak ya da farklı bir dünyada yaşamak için yollara düşerler. Yolda hem kendileri değişir, hem de yol boyunca değdikleri hayatlar değişir. Ancak kadınlar hep yoldaki duraklar gibidirler. Geçmişleri, hikâyeleri ancak ve ancak yola düşmüş esas oğlanımızla teğet geçerse anlatılır ve anlam kazanır. 'Yaşamak' denen eylemi sanki sadece bu tarz erkekler gerçekleştirebilirmiş gibi anlatılır. Bu noktadan sonra da durum sinir bozucu olur. Bu yol filmlerinin hiçbirinde esas oğlanların seçim yapmak zorunda oldukları şeyler baba ve eş  olmak üzerinden anlatılmaz. Daha çok, ‘modern dünyanın kölesi olmak mı; yoksa istediği gibi yaşamak mı/ devrim yapmak mı’ ayrımı üzerinden tartışılır ve ana hikaye, kurgu bu ikilem üzerinden yürür. Biz hiçbir zaman o erkeğin baba ve eş olmasından kaynaklanan sorumluluklarını sorgulamayız çünkü bir an bile film boyunca bize esas oğlanların bu yanları gösterilmez.

Öte yandan baş karakterin savaş muhabirliği, savaş fotoğrafçılığı, yazarlık gibi işler yaptığı; senaryodaki çatışmaların, gerilimin de bu kadın karakter üzerinden anlatıldığı filmler de vardır. gerilimler de hep kadın üzerinden anlatılır. Örneğin, ‘Hours’, ‘Slyvia Path’, ‘Jane Eyre’, ‘Pride And Prejudice’. Bu kadın hikâyelerinin pek çoğunun gerçek hayattan esinlendiği düşünülünce, kadınların üzerlerindeki yükler ve kendi hayatlarını birkaç parçaya bölmek zorunda kalmaları, kurgulanmış kadın doğasına karşın kendi istedikleri hayatı yaşayamamanın verdiği hüzün ve pek çoğunun intihar ile sonlanması şaşırtıcı değildir aslında.

Meslek ve aile arasında bir seçim

Binlerce Kez İyi Geceler filminde Rebecca savaş fotoğrafçısıdır ve en son gittiği bölgede intihar bombacısı bir kadının hazırlanışını fotoğraflar ve daha sonra o kadının kendini patlatmasına şahit olur. Bu durumdan derin bir şekilde etkilenen Rebecca, eve, kocasının ve çocuklarının yanına döner. Artık Rebecca’nın yerinin ev olması gerektiğini düşünen Marcus ve Rebecca’nın iki kızının anne ihtiyacı vurgusu o kadar derinden hissettirilir ki, filmin ana çatışma ekseni bu his olur. Biz seyirciler olarak en başından, en doğru kararın ne olduğu ‘bize gösterilmiş’ şekilde; Rebecca’nın savaş ortamlarındaki çatışmada aldığı kararlardan daha mühim ve daha zor kararlar alması bekleriz. İki çocuk sahibi ve pek çoğumuza göre ideal bir evliliği olan Rebecca mesleğini mi yoksa ailesini mi seçecektir?

‘Binlerce Kez İyi Geceler’ (Tusen ganger god natt) Yönetmen: Erik Poppe
Oyuncular: Juliette Binoche, Nikolaj Coster-Waldau, Larry Mullen Jr.
Yapım yılı: 2014

Bu noktada filmdeki ideal koca ve baba olan Marcus’u incelememiz gerekir. Marcus karakteri bize içselleştirdiğimiz ve anayasadan kaldırsak da hayatta değiştiremediğimiz gerçeği hatırlatır, Marcus evin direğidir. Bu aileden Marcus’u çekersek biliriz ki o ev yıkılır ve altında kalan çocuklar olur. Marcus, Rebecca’nın yokluğunda tek ebeveyn olarak çocuklara bakmaya çalışmış ve bundan artık yorulmuş bir baba. Peki, gerçekte Marcus nelerden sıkılıyor? Her an eşinin ölüm haberini almaktan mı? Yoksa bir baba olarak hem işte çalışıp hem de evde çocukları eğlendirmekten, çoğu zaman kadınların görevi olarak görülen evin ve çocukların bakımından sorumlu olmaktan mı yıpranmış? Rebecca ise bir yandan Marcus’un sıkkınlığı, bir yanda büyük kızı Steph’in kendisi ile arasına mesafe koyması nedeniyle mesleğini bırakma kararı alır.  Neticede film, Rebecca’nın huzuru ve mutluluğu evinde, çocuklarında ve ailesinde bulması, ne kadar büyük bir hata yaptığının farkına varmasuyla bitiverir.

Ya tersi olsaydı?

Peki, film tersine olsaydı, Marcus savaş fotoğrafçısı olsaydı, film bize onun baba olarak orada olmayışının noksanlığını, yoksunluğunu ve bu nedenle ailenin yıkılacağı hissiyatını verir miydi? Ya da bu sorun gerçektenbaş karakteri erkek olan bir filmin konusu olabilir miydi? Sanmıyorum, çünkü ‘yuvayı dişi kuş yapar’ misali biz o zaman Rebecca’nın nasıl kutsal ve fedakâr bir anne olduğuna hayran kalıp, hem ev hem iş hem çocuklar arasında nasıl da becerikli bir şekilde bu işi kotardığını alkışlardık ve bilirdik ki Marcus daha iyi bir dünya için uzaklarda işini yapıyor.

 ‘Binlerce Kez İyi Geceler’ filminde olduğu gibi, esas kızın hikâyesi hep ailesi, çocukları ve evi ile yapmak istediği iş arasınaki çatışma üzerinden anlatılır. Dahası bu seçim filmin hikâyesinde en başta tek doğru ile verilir: kadın annedir, çocukların anneye, kocanın eşe ihtiyacı vardır. Tabi ki filmler bunu açıkça dile getirmiyor ama ‘esas kızlar’ üzerinde öyle bir baskı yaratıyor ki film boyunca biz onların kendilerini 'kötü' anne olmaları üzerinden yorumlamalarını, sorgulamalarını izliyoruz. Eminim pek çoğumuz 'kızım, görmüyor musun çocuklar ne halde? Sana ihtiyaçları var;' “Ah koca nasıl baksın çocuklara? Çocuklara mı baksın, çalışsın mı?” diye haykırıyoruzdur.
Bu tartışmaya dâhil olmak için illa da savaş muhabiri kadın olmaya gerek yok. Hem kendi evimizde, hem de etrafımızda ‘çalışan kadın’ olmanın ne anlama geldiğine bakmak yeterli. Örneğin çifte vardiya, ‘cam tavan etkisi’, mobbing, esnek ama güvencesiz iş, kayıt dışı iş, ücretsiz ev içi emek. Bu film de bu yaşananlardan çok uzak bir film değil.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema