‘Biraz da kendimizden bir şeyler yakalım’

Ferti Edgü’nün; hakikat –gerçek ve algı arasında gidip gelen zihin bulanıklığını, iletişimsizlik, duyarsızlık– tepkisizlik sarmalını ve varoluşa ait sorgulamalarını metinler arasında şiirsel bir ifade ile dile getirdiği hikâyeleri, 2014 baskısı ile birlikte ‘değişen ne?’ sorusunu da beraberinde getiriyor.

ELİF ATALAY

Ferit Edgü’nün, ilk baskısı 1978 yılında yapılan, 1979 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülen ve sekiz öyküden oluşan ‘Bir Gemide’, 1940’lı yıllarla birlikte Türkiye edebiyatını etkisi altına alan varoluşçuluk akımının hikâye türünde sembol haline gelmiş, unutulmaz örneklerinden. Edgü’nün; hakikat –gerçek ve algı arasında gidip gelen zihin bulanıklığını, iletişimsizlik, duyarsızlık– tepkisizlik sarmalını ve varoluşa ait sorgulamalarını metinler arasında şiirsel bir ifade ile dile getirdiği hikâyeleri, 2014 baskısı ile birlikte ‘değişen ne?’ sorusunu da beraberinde getiriyor.

Sartre’lı yıllar, modern zamanlar…

Ferit Edgü’nün de içerisinde yer aldığı 1950 kuşağını etkileyen varoluşçu Jean-Paul Sartre’ın “Benim felsefem varoluşçuluğun felsefesidir, kabul; fakat varoluşçuluğun ne olduğundan pek haberli değilim” dediğinde, 1940’lı yıllardır. Özellikle kıta Avrupası’nın o yıllardaki dinamiklerinin bir sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkan ve ‘varoluşçuluk’ olarak isimlendirilen bu edebiyat akımı, öncelikle Sartre çevirileri ile birlikte Türkiye edebiyatı için de keşfedilen ‘birey-öz’ anlamını taşır. Yine Türkiye için tartışmasız her alanda bir kırılma noktasının yaşandığı 1950’li yıllar, düşün dünyasında da gelenekle kopuş ve tematik bir değişimin de başlangıcıdır. İlk yapıtlarını iyimser bir tablo etrafında veren Edgü de 1960’lara doğru artık burjuva aydınının, kentli modern insanın karanlık dehlizlerinde dolaşır ve bu varoluş sorunsalını şiirsel ve sade bir dille okuyucuya aktarır. Bir Gemide isimli hikâye kitabında yer alan minimal öykülerinde de bir dil ustasının, şiirde yakalanan o lezzeti, bazen tek bir cümlede okuyucuyu durduran satırları ile yabancılaşmış, bulantıdan boğulmuş bireyin tablosunu sunar.

Bu geminin kaptanı var mı?

Ferit Edgü’nün kitaba da ismini veren Bir Gemide adlı hikâyesi, özüne dönmüş bireyin Tanrı ile hesaplaşmasının, inançları, varoluşu sorgulamasının edebi refleksidir: “Geminin kaptanını tanısaydım, ya da nerede olduğunu bilseydim, bizi bu sıkıntılı sulardan kurtarmasını, meltemlerin estiği sulara doğru dümen kırmasını yakarabilirdim. Oysa, yıllardır (daha doğrusu kendimi bildim bileli) kaptanı bir kez olsun görmemiştim.” Edgü, bu satırları yazdığında yıl 1971, dolayısıyla ülkenin entelektüel dünyasının demirden bir kıskacın içerisinde olduğu dönemdir. Sınıf ayrımının da iyiden iyiye keskinleştiği-içselleştirildiği bu yıllarda Edgü, kendi ait olduğu sınıfı da tanımlar, sorgular hikâyede: “Yolculara gelelim onlar sınıf sınıf. Birinci mevkidekiler domuz gibi yiyorlar…dans ederek eğleniyorlar. İkinci mevkidekiler birincidekilere özeniyorlar. Üçüncü mevkidekiler, kendilerine gösterilen işleri yapıyorlar. Önlerine konan çorbayı, fasulyeyi pilavı yiyorlar ve hiçbir gün ‘Bıktık’ demiyorlar. Ben, ikinci mevkidenim. Gerçi birincidekilere özenenlerden değilim…”

Koklamak biraz da yoklamaktır

‘Kentin Üzerinde Dayanılmaz Bir Koku’ isimli hikâyede ise toplumsal yozlaşmanın, tepkisizliğin altını çizer yazar. Yalnızdır, şehrin üzerine çöken, bulantının bunaltıya dönüşmesine neden olan bu dayanılmaz kokuyu kimse fark etmez. Öyle ki en son çıkan kitaplar dahi ne kâğıt ne de mürekkep kokar, sadece pis bir koku yayılır sayfalardan… Oysa Edgü’ye göre “koklamak biraz da yoklamaktır…”

Ferit Edgü’nün erillik sorgulaması, Kanca hikâyesinde yine şiirsel bir anlatımla geçer okuyucunun karşısına. Tek bir cümlede, edebi bir sihirle geçmişten yaşanılan güne aktarılan ve ilk olarak 62’de kaleme alınan hikâye ‘Gün’ ve ‘Gece’ olmak üzere iki bölümden oluşur. ‘Gün’de yazar, birleşirken yeniden doğmanın coşkusunu döker kaleme, Gece ise “Biraz da kendimizden bir şeyler yakalım” cümlesini de içine alacak cesur bir hesaplaşmanın satırlarıdır: “Güçlükle kalktım uzandığım yerden. Fırtına dinmişti. Ocağın kıyısına çömeldim. Maşayı aldım, külleri karıştırdım. Duyulur duyulmaz bir ılıklığı duyuyorum avuçlarımda. Çocuksu bir sevinç içimde. Yitirdiği bir şeyi, çok sevdiği bir şeyi, onsuz yapamayacağı bir nesneyi bulmuş bir çocuk sevinci. Maşayla biraz daha eşeliyorum külleri bir şey takılıyor maşaya

çıkarıyorum                                                                                                                                               

avucuma alıyorum                              

bir kanca bu                                       

kurşunu erimiş, paslı bir kanca                                                                                                              

bugünmüş gibi anımsıyorum                           

bir gün                                                            

bir temmuz günü                                             

koca bir orkinosun                                                      

kanlı gırtlağından                                             

çekip çıkartmıştım”

Kitapta yer alan diğer öyküler; ‘Kaza’, ‘Dönüş’, ‘Seksek’, ‘Olanak-siz’ ve ‘Kuzgun Acar’ anısına kaleme alınan Melek Cici’nin de, modernizmden postmodernizme geçiş sürecinde “Bireyde değişen ne oldu?” sorusuna yanıt arayanlar için zamansız okumalar vaat ettiğini ayrıca ekleyelim.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ