"Kürt Sineması demesek de olur, bari Türkiye Sineması’nda anlaşalım"

Saraybosna Film Festivali’nde, festivalin büyük ödülünü kazanan ‘Klama Dayika Min’i (Annemin Şarkısı) yönetmen Erol Mintaş’ın ve başrol oyuncusu Feyyaz Duman’la konuştuk.

Erol Mintaş ve Feyyaz Duman. Fotoğraf: BERGE ARABIAN

LORA SARI
lorasari@agos.com.tr

Haftanın başından itibaren ‘Saraybosna Film Festivali’nde Türk filmine iki ödül’ başlıklı haberlerden, yönetmen Erol Mintaş’ın, anne-oğul üçlemesinin son filmi ‘Klama Dayika Min’ (Annemin Şarkısı) filmiyle Saraybosna Film Festivali’nde, festivalin büyük ödülü ‘Saraybosna’nın Kalbi’ni, filmin başrol oyuncusu Feyyaz Duman’ın ise ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandığını okuduk. Film, 90larda zorunlu göçle Tarlabaşı’na yerleşen ve kentsel dönüşüm belasıyla Esenyurt’a ikinci kez göç etmek zorunda kalan bir anne ve oğulun hikâyesi anlatıyor ve baştan sona Kürtçe. Mintaş ve Duman’la ‘her şeye Türk etiketi koyma ihtiyacı’nı, filmin macerasını ve kimliklerin belirleyiciliğini konuştuk.

  • Saraybosna Festivali’nde ödülü kabul ederken ne dediniz?

Erol Mintaş - Anadolu Ajansı benim ödülü alırken dediklerimi tamamen yanlış geçti. Güya “Film sayesinde Sincar’da neler olduğunu biliyorsunuz” gibi bir laf etmişim. Hatta filmdeki Zübeyde annenin de benim annem olduğunu yazdılar. Değil. Zübeyde anne de yanımdaydı ödülü alırken, onun şahsında; 80’lerde Halepçe Katliamı’nda ve Şengal’deki Ezidi katliamı sonucu çocuklarını kaybeden annelere, Cumartesi Anneleri’ne, evlatlarının mezarlarını hâlâ arayan annelere adadım filmi.

Feyyaz Duman - Zaman darlığından, ödülü alırken söyleyemedim, sizin aracılığınızla söyleyeyim. Ben de ödülümü anne-oğul ilişkisinden mahrum bırakılan herkese adıyorum.

  • Annelere adanan bir ödül, anne-oğul üçlemeniz derken, ‘anne’yi konuşalım.

E.A. 90’lardan önce, anadilimizle olan bütün temaslarımız kesilmişken, bir sürü Kürt çocuğu gibi benim de elimde kalan tek şey annemdi. Açıkçası dilimi koruyor olmamın sebebi odur. Şu anda Kürtçe film yapıyorsam anneme borçluyum. Annem çok iyi bir hikâye anlatıcısıdır, küçükken bütün köy çocukları sobanın etrafında toplanırdık ve o bize çok güzel masallar anlatırdı. Hatta öyle hikâyelerdi ki bunlar, sonradan izlediğim filmlerde o hikâyeleri görüyordum. Yerevan Radyosu’nu sevdirdi annem bize. Çocukluğumda Yerevan’ın çok özel bir yeri var. Çok güzel radyo tiyatrosu yapılırdı. Onlar dinlediğimiz ilk tiyatro oyunlarıydı. Bu yüzden de ilk filmim ‘Butimar’da, bir hurda arabasının üzerinde koştura koştura annesini hastaneye yetiştirmeye çalışan bir oğul görürsünüz. Doğu Beyazıt’ta çektiğim ‘Berf’te ölmek üzere olan bir annenin son isteği, Ağrı’dan bir avuç kar. Bu kar, oğlunu gerilla savaşında kaybeden ve cenazesini alamayan anneye çok şey ifada ediyor. Oğlunu dağ ile özdeşleştirdiği için, kar ona oğlunun kokusu gibi geliyor. Bunlar hep annelerden duyduğum hikâyelerle şekillenen filmler.

  • ‘Annemin Şarkısı’ndaki Zübeyde anneyi bulmak kolay oldu mu?

E.A. Kolay olmadı. Senaryoyu yazarken de biliyordum bunu. Yazım aşamasında gözüm  hep anneyi arıyordu. Bilgi Üniversitesi’nde Ermeni Katliamı üzerine bir panel vardı, Zübeyde anne de oraya konuşmacı olarak gelmişti. Diyarbakır’da bir Ermeni mahallesinde yaşıyormuş anne. Oradaki komşuluklar eskiden nasıldı, şimdi nasıl gibi konular üzerine konuşuluyordu, herkes kendi anılarını anlatıyordu. Görür görmez anladım onun filmimdeki anne olacağını. Anlattım, katiyen kabul etmedi. Diyarbakır’daki ailesini bile işin içine kattım. Herkes de istiyordu filmde olmasını. İki yılımı aldı onu ikna etmek.

  • Filmleriniz, Kürtçe olmasının yanında, Kürt kültüründen de çokça öğe taşıyor…

E.A. Kesinlikle. Hatta bazı öğeler o kadar Kürtlere ait ki, insanlar anlamıyor olabilirler. Günlük ritüellerin simgeleştiği anlatılarım var.

  • Hâl böyleyken, ödülü aldıktan sonra basında filminize ‘Türk filmi’ denmesini nasıl karşılıyorsunuz?

E.A. Bunu bir türlü anlamış değilim. Kürt sorununu çözmeye çalıştığımız bu zamanda, bu üslubun değişmesi gerek. En azından Türkiye Sineması denilebilir. Bazıları Kürdistan filmi diyebilir miyiz diye soruyor. Filmin dili Kürtçe. Yapım, Türkiye, Fransa ve Almanya ortam yapımı. Kültür Bakanlığı’ndan destek aldık. Dolayısıyla bu film buraya ait. Ben de zaten Türkiye vatandaşı Kürt bir yönetmenim. Yine de filmin Kürtçe olduğundan, filmin Kürtçe adı ‘Klama Dayika Min’den söz edilmesi gerekiyordu.

F.D. Mesela geçen yıl Hinar Saleem’in filmiyle Cannes’a katıldığımızda da gazetelerde ‘Unutulan Türkler’ diye haber çıkmıştı. Film Kürdistan Federal Hükümeti, Alman ve Fransız ortak yapımı. Cannes’da da dört tane Kürt oyuncu vardı, onlar da filmin başrol oyuncuları.

  • Bir ödül alındığı zaman hemen Türk etiketi ile pazarlamaya bayılıyoruz değil mi ?

E.A. Çok enteresan bir alışkanlık, takıntı gibi herhalde. Her şeye Türk etiketi koyma ihtiyacı, her şeyi bir ulusun başarısı gibi kılmaya çalışmak doğru değil.

  • Filminizi ‘Türk’ filmi diye pazarlayanların, aslında bu filmde anlatılanları konuşmaktan kaçındıklarını da biliyoruz… Fatih Akın’ın ‘The Cut’ının veya sizin filminizin içeriğiyle ilgili hiçbir şey yazılmadı.

E.A. “Türkiye değişti, artık burada her şeyi konuşuyoruz” diyoruz da, aslında konuşuyor gibi yapıyoruz. Daha kötü şeylere sebebiyet verebilir bu tavır. Bırakın insanlar filmlerle doğrudan ilişki kursun. Göreceksiniz o zaman hiç sorun olmayacak, ama siz araya girmeyin yeter. Manipülasyon, dezenformasyon yapmadan doğru içeriği aktarıp, kararı seyirciye bırakın.

  • Devlet politikalarında pasif-agresif bir tavır hissediyorum. Mesela sizin filminizi desteklemekte hiçbir sakınca görülmezken, filminizde de aktardığınız Kürt halkının asli problemlerinin, Kürt siyasetçiler dışında, kimse tarafından dillendirildiğini duymuyoruz.

E.A. Artuklu Üniversitesi’nden mezun olan Kürtçe dil hocaları atanamıyorlar diye grev yapıyorlar bu ara. Kürtçe dili seçmeli olarak koydular, öğrenci seçmek istediğinde öğretmen yok diyorlar. Bu sorunlar giderilmedikçe bir şeyin çözüldüğünü, ilerlediğimizi söyleyemem.

Annemin Sarkisi - Fragman from Asli Erdem on Vimeo.

 

  • Filmlerinize dönersek, üç filminizde de hep bir köye dönüş ukdesi var. Köylere dönülebilir mi veya dönülse eskisi gibi olur mu?

E.A. Kendi köyünü yeniden inşa edip, orada yaşamak isteyenler varsa bunun önü açılmalı. Tazminatla, onunla, bununla… Onun dışında, büyük şehirlerde milyonlarca Kürt var, Feyyaz da ben de burada hayatımızı kurduk ve bundan sonra burada yaşayacağız. Dolayısıyla, İstanbul’daki ve diğer büyük şehirlerdeki Kürtlerin nasıl yaşayacağı da çok önemli bir mesele. Büyük şehirlerde yaşayan Kürtlerin sorunlarıyla, Kürtlerin çoğunlukta olduğu şehirlerde yaşayan Kürtlerin sorunları birbirinden ayrılmaya başlıyor. Büyük şehirlerdeki Kürtlerin hayatı iki dilli devam ediyor ve neden İstanbul’da metrolarda Kürtçe tabelalar olmasın? Duraklarda niye Kürtçe durak isimleri yok? Zorunlu göç, savaş sırasında çocuk olan bugünün genç Kürt kuşağının büyükşehirlere büyük bir etkisi var. İstanbullu Kürtler olduğunu kabul etmemiz gerekiyor mesela. Kitleleri dışlayıp, onları İstanbulluluk duygusundan uzaklaştırıyorlar. Halbuki bu insanlar 30 yıldır İstanbul’da, artık onlara İstanbulluluk duygusunun verilmesi gerekiyor.

  • İstanbulluluk duygusu nasıl bir şey?

E.A. Yaşadığınız şehre sahip çıkmamıza izin verilmiyor. Burayı güzelleştirerek, kendi rengimizi vererek ulaşabiliriz bu duyguya. Kendimize dair bir şey bulmamız gerek şehirde. Mesela Ermenilerin yaşadığı mahallede Ermenice tabelalar olsun, ne kaybederiz?

  • ‘Annemin Şarkısı’nda da gördüğümüz, kentsel dönüşümle birlikte ikinci kez göç eden Kürtler nasıl başa çıkıyor bununla?

E.A. Bir kez her insan göçmenliği kaldırabilir ama bence dünyanın en zor şeyi ikinci zorunlu göçtür. 90’larda köyleri yakılıp boşaltılan insanlar için Tarlabaşı bir simge, Tarlabaşı gibi birçok semt de var. Şimdi bu insanlar zorunlu kentsel dönüşümle bir kez daha yerlerinden edildi. Zübeyde annenin de yaşadığı gibi, bedenen ve ruhen ikinci bir göçe hazır değiller. Abbas Kiarostami’nin de dediği gibi “Siz bir meyve ağacını toprağından koparırsanız, o meyve ağacı bir daha meyve vermez. Verse de bir daha aynı tatta olmaz.”

  • Ben sizi Kürt oyuncu, Kürt yönetmen olarak kategorize etmekten dahi rahatsızlık duyuyorum aslında. Filminize ‘Türk’ filmi dendikçe, benim bastıra bastıra ‘Onlar Kürt, film Kürtçe’ diyesim geliyor.

E.A.  Ben Kürt yönetmenim derken, sınırlar çizmek için değil, bazı sınırların, önyargıların aşılması için diyorum. Bir filmin Kürtçe çekiliyor olması inanın bir filme çok fazla değer katmıyor.

‘Kürtçe oynamayı risk olarak algılamak siyaseten de Kürtçeyi reddetmem anlamına gelir'

  • Filmde canlandırdığınız Ali nasıl biri, Sevdiniz mi onu?

F.D. Ali’den çok farklı bir hayat hikâyem yok. Mardinliyim. 87’de, ben 5 yaşındayken Kürtlerin zorunlu göçünden ayrı olarak, ekonomik nedenlerden dolayı İstanbul’a taşındık. İki dille büyüdüm. 12 yaşında Mezopotamya Kültür Merkezi’ne başladım, orada müzik, tiyatro, halk dansları, Kürt kültürü ve sanatıyla ilgili çok fazla ders aldım. Branşlaşmam gerekince tiyatroda karar kıldım. Ailemle çok fazla münakaşam oldu bu konuyla ilgili. Sadece Kürtler değil, Türkiye’deki bütün halkların korkusu çocuklarının sanatla ilgilenmesi, para kazanamamasıdır. Benim de vardı öyle kaygılarım. Kürt sanatı ve kültürüyle ilgilenmenin bana ekonomik olarak ne gibi bir fayda sağlayacağını düşünürdüm hep. Ali’nin de öyle bir problemi var. Ali bir yazar ama geçinemediğinden öğretmenlik yapmak zorunda.

  • Baya da yakışıklısınız aslında.  Kürtçe bir filmde oynayarak marjinalleştiğinizi, bir oyuncu daha da fazla risk aldığınızı biliyorsunuz değil mi?

F.D. Evet. Ama ben 12 yaşından beri Kürtçe tiyatro yapıyorum, 1999’da Hüseyin Karabey’in ‘Boran’ filmiyle de Kürtçe sinemaya adım attım. Kürtçe oynamamak, onu bir risk olarak algılamak benim siyaseten de Kürtçeyi reddetmem anlamına gelir. Bir kapı açılacak diye ana kapıyı kapatmayı ahlaklı bulmam. Ama evet piyasaya girebilmek için, kendi anadiline mesafeli olan yönetmenler, oyuncular tanıyorum.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema