Diyarbekir, Erivan… Sevinç Hattında Hüzün

Diyarbekirli bir grup Ermeninin Ermenistan’a yaptığı ziyareti, katılımcılardan Narin Gündoğuş Agos için yazdı. Ermenistan Diaspora Bakanlığı’nın 'Ari Dun' (Eve Gel) projesiyle Ağustos ayında gerçekleşen seyahati Gündoğuş mutluluk ve hüzünle hatırlıyor.

Fotoğraf: Fırat Aygün

NARİN GÜNDOĞUŞ

Ermenistan’a Diyarbekir grubu olarak gitmek bende geleceğin içinde saklı duran geçmişimi arama duygusu uyandırdı. Yüreğim kıpır kıpır, benliğimde acı ve hüzün vardı.

Gezi başlangıcının ilk günü olan 2 ağustos’ta, Diyarbekir’de geziye katılacak arkadaşlarla önceden planlanan yerde buluştuk. Çoğunu yeni görüyordum. Yüzlerindeki aydınlık dolu heyecan beni o ulaşılmaz ülkeye daha kuvvetli çekmeye başladı! Yolculuğumuz Diyarbekir’de başlayan yolculuğumuzda sınır kapısında bir sürprizle karşılaitık: kapalıydı ve bir spnraki sabah açılalacaktı. Beklemekten başka çaremiz yoktu. Havanın soğuğu iliklerimizi kesiyordu.

Gürcistan sınırını geçip Ermenistan sınır kapısına geldiğimizde bizi başka bir sürpriz bekliyordu. Yeşil Pasaportu olan arkadaşların Ermenistan’a girişine izin verilmiyordu. Bu da zaten kapalı sınır kapılarının yarattığı iletişimsizlik sıkıntıyı daha da artırıyordu. O an diplomasi ile çözülen sorun bende şu duyguyu oluşturdu: “Eğer konuşmazsak, duygularımızı ve hissettiklerimizi anlatamazsak, anlamazsak ve birbirimize dokunmazsak nasıl empati kurabiliriz ki?”. Gecikmeli de olsa saat 23:00 sularında Erivan’daki otelimize vardık.  Evimdeki huzuru içimde hissettim!

“Ari Tun, Eve Dön”

Ertesi sabah önce Diaspora Bakanlığı’na gittik ve bize gezi programı anlatıldı. Toplantı sonrası Erivan’dan Oshakan’a gitmek için yola çıktık ve otobüste Ermenistan hakkında genel bilgiler verildi. Ekonomik sıkıntılar nüfusun yaklaşık üçte birinin yurt dışında yaşamasına sebep olmuştu. Bir Anavatan’ın sayıca azalışı kaygıdan çok korkutucuydu. İçinde yaşamın elementlerini barındıran, dokusu zengin tüf taşlarının rengi soluyor muydu?  İşte bu rengin solmaması içindir ki dünyanın farklı ülkelerinde yaşayan Ermeni çocukların katıldığı Ermenistan’ı her yönüyle tanıtma projesi olan “Ari Tun, Eve Dön” organizasyonu gerçekleştiriliyordu. Biz de bu programa kısmen dâhil oluyoruz.     

Oshakan’a vardığımızda ilkin 405 yılında Ermeni alfabesini bulan Surp Mesrop Mashtots’un (M.S 362-440) mezarını ziyaret ettik. Mezarın bulunduğu kilise 1875-1879 arasında inşa edilmiş, Çanı 1881 yılında takılmış. Kilise, Surp Mesrop Mashtots ile özdeşleşmiş. Bu kilisenin diğerlerinden önemli farkı; normalde tüm kiliselerde çan evi önde yer alırken burada kilisenin arkasında bulunuyordu. Kilisenin çevresinde Tüf taşından yapılmış Ermeni harfleri (Ermeni Alfabesi Anıtı) bulunmaktaydı. Oshakan Ermeni halkının yüreğinde özel bir yere sahip.

İkinci durağımız 13. yy’da yapılmış tarihi Surp Kevork Kilisesi idi.  Surp Kevork, 284 yılında Anadolu’da Romalılara karşı Hristiyanlığı savunan bir Aziz. Naaşı ilk önce Gürcistan’daymış. Kilisenin yapımından sonra buraya getirilmiş. O’nunla ilgili anlatılan bir rivayete göre; naaşın buraya getirilmesinden sonra Gürcistan kralı hastalanmış. Bunun üzerine naaş tekrar Gürcistan’a götürülmüş ve kral iyileşmiş. Askerlerin ve uzun yolculuklara çıkacakların Aziz’i olarak biliniyor. Bu nedenle askere gidecekler ile uzun yola çıkacaklar bu kiliseye gelip dua ediyorlar.

1900 yılların başlarında Ermeniler ağırlıklı olarak Tiflis ve Bakü çevresinde yaşıyormuş. Erivan, 1920 yıllarında mimar Aleksandr Tamanyan tarafından 120.000 kişilik olarak planlanıyor. O dönemdeki Getz Maria Kilisesi şimdi Opera binası, mezarlık alanda ise Meclis binası yer alıyor. Lenin heykelinin bulunduğu “Leningrad Meydanı” ise bugün “Cumhuriyet Meydanı” olarak adlandırılıyor. Ülkede 1918 yılına kadar kullanılan faytonların yerini elektrikli tramvaylar alıyor. 2005 tarihinden itibaren de metro seferleri başlıyor.

Dünyanın en iyi kanyakları

Müzede gördüğümüz bir kukla ile Ermenilerde Paskalya bayramından kırk gün önce ‘‘Paregentan’’ bayramında bütün yemeklerin evin kadını tarafından pişirildiğini, kırk gün boyunca evin önüne kukla ve bol sarımsak konulduğunu ve günler karışmasın diye kuklaya yedi tüy asıldığını öğreniyoruz. Dünyanın en iyi kanyakları bu topraklarda üretiliyor. Yapımında kaynak suyu kullanılıyor ve şişelemeden önce en az on yıl fıçıda bekletiliyor.

Gittiğimiz diğer tarihi yer ise, Sardarabad Müzesi idi. Sardarabad, 1918 yılında Osmanlı Ordusu’na karşı zaferin kazanıldığı yer. Kurtuluşunun 50. yılında müze kuruluyor. Müzede, 3000 yıl önce evlerde ısınmakta kullanılan koçbaşı şeklinde ocaklar var. Ocak evin büyük kadını tarafından yakılıyormuş. Ev taşınacağı zaman devamlılığın sağlanması için ateş söndürülmeden alınıyor, yeni eve götürülüyormuş. M.Ö. 8. yy’da biranın nasıl yapıldığını anlatan taşlar bulunuyor. Hikayeye göre, Yunan filozof Ksenon, Doğu Ermenistan’a geliyor ve ona bira ikram ediliyor.  O da daha sonra biranın tarifini yazıyor. M.Ö. 3 yy’dan kalma tabuta benzer taştan bir yapı ile karşılaşıyoruz. Taşın altında iki delik bulunmakta. Kişi öldüğünde iskelet yapısı ortaya çıkana kadar burada bekletiliyormuş ve o iki delikten ruhun çıktığına inanılıyormuş. İskelet daha sonra öğütülüyormuş.

Bizim de bir parçamız orada yatıyor

Ardından hepimizi derinden etkileyen Meryem Ana Kilisesi’ne de gittik. Grup arkadaşlarımızdan ikisi vaftiz oldu. Kilise, 1915 yılında Anadolu’dan gelen insanlara kurtarıcı sığınak olmuş ancak gelenlerin çoğu daha sonra yaşamını yitirmiş. Kilisenin çevresindeki toprağın altında yaşamını yitirenlerin kemikleri bulunuyordu. Rahip Pakrat’ın bu bilgileri bizimle paylaşması hepimizi duygulandırdı. Kim bilir bizlerden bir parçamız da orada yatmaktaydı. Rahip Pakrat ayrıca, 1937 yılında rahibin dininden vazgeçmesi için Ruslar tarafından tehdit edildiğini ancak rahibin bunu reddetmesi sonrasında idam edildiğini de söyledi.  

Ziyaret ettiğimiz bir diğer yer Echmiadzin Katedrali idi. Echmiadzin, “doğuşun indiği tek yer” anlamına geliyor. Ana kilisesi M.S. 600 yy.’da yapılmış. Yapımında kullanılan taşlar Ararat dağından getirilmiş. En eski Hristiyanlık mabedlerinden biri. Diğer kiliselerde sıkça karşılaştığımız haçkarlar burada da mevcut ve asla birbirinin aynısı iki haçkarı göremezsiniz. Katedral aynı zamanda UNESCO’nun Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.

Günün akşamında Erivan Tiyatro Salonu’nda farklı ülkelerden gelen Ermeni koro topluluklarının katıldığı müzik festivalinin kapanış konserine gittik. Salonda sadece piyano bulunuyordu. Ekonomik yapı ne kadar zayıf olsa da hemen hemen her yerde bir piyano vardı. Hatta insanların yol kenarında durup yüksek sesle şarkı söylemesi de ayrıca etkileyiciydi.

Gezdiğimiz her yerde tadına doyamadığımız suların aktığı yapılar, çeşmeler vardı. Ayrıca tatları damaklarda eriyen ceviz reçeli ve dut rakısının(votka) lezzetine mutlaka bakmak gerekir.

Annem ve babam aklıma geldi

Gezimizin üçüncü günü katıldığımız bir toplantıda, Ermeni Sanal Üniversitesi hakkında bilgiler verildi. Amaç ülke dışında yaşayan Ermeniler için Ermeniceyi öğretmek. Ermenice dışında ayrıca tarih, kültür, edebiyat ve satranç gibi dersler de veriliyor. Katılımı artırmak için farklı dillerde öğretim yapıyorlar. Bu beni çok sevindirdi. Çünkü dil bellekti,  kendinle barışmaktı, kendin olmaktı. Birden annemle babam aklıma geldi. Kendi anadillerini hiç öğrenemeden bu hayattan göçüp gitmişlerdi.

En iyi kırmızı rengi nerededir?

Toplantı sonrası Matenadaran Müzesine gittik. Burası matematik, eczacılık, tıp, coğrafya ile ilgili birçok el yazmasının ilk örneklerinin bulunduğu yer. Birçok dilde yazılan ilk eserler ve çeşitli mektuplar sergileniyor. Eskiden renklerin bitkilerden elde edildiğini biliyoruz fakat en iyi kırmızı renginin Ararat dağında yetişen bir çiçeğin içinde yaşayan bir böcekten elde edildiğini ilk kez duyuyoruz. Böcek ancak eylül ayında çiçeğin içinden çıktığı zaman yakalanabiliyormuş. Dünya’da 30.000 tane el yazması kitap var. En küçük kitap 150 gr ağırlığında Kırım’da, en büyüğü ise Muş’ta yazılmış. Her ikisi de Matenadaran Müzesi’nde sergileniyor.

İnsanlar kitapları yazmak için ucu sivriltilmiş kamışın ucuna cevizden yapılma sert bir cisim kullanıyorlarmış. Sarı rengini gerçek altından elde ediyorlarmış ve tüm boyaları yapıştırmak için de sarımsak suyu kullanıyorlarmış; kitaplar ciltlendikten sonra değerli taşlarla süsleniyormuş. Müzede 7. yy’da matematik derslerinin anlatıldığı kitaplar da var. Yine 12. yy’da Mekhıtar Heratsı isimli bilim adamının enfeksiyon hastalıklarına dair kitap ile 15. yy eczacılığını anlatan kitapları görüyoruz. Ermenilerde otopsi 12. yy’da, Avrupa’da ise 14-15. yy’da yapılıyor.

Geçmişin dip durağı

Üçüncü durağımız Karni Tapınağı. Geçmişin dip duraklarından birisiydi ve çok etkilendim. Roma İmparatorluğu’ndan kalma üç tarafı vadi ile çevrili bir yer. Buradan sonra Geghard Manastır’ına gidiyoruz. Nasıl yapıldığı bilim adamları tarafından henüz çözülememiş. Yıllar içinde kayaların oyularak yapıldığı ilk kilise olma özelliğine sahip ve “Kaya Manastırı” olarak da biliniyor. Hristiyanlığın ilk kabul edildiği dönemde yapılmış. Yol boyunca haçkarlar var.  Daha sonra Kral Zakaryan üst kısımdaki yeri yaptırmış. 1288’de daha üstteki kilise yapılmış. Geghard, “mızrak” anlamına geliyor. Romalılar Hz. İsa’yı çarmıha gerdikten sonra O’na attıkları mızrak da burada bulunuyor.

Dördüncü günde (H)Ğarbirat’tayız. Burası aynı zamanda Hristiyanlığın ilk ortaya çıktığı yer. Hristiyanlığı yaymaya çalışan rahip Krikor Lusavoriç (aydınlatıcı anlamına geliyor) o dönemin kralı tarafından cezalandırılıyor ve yerin beş metre altındaki boşluğa bırakılıyor, orada senelerce kalıyor. Bu arada kral hastalanınca kralın kız kardeşi Rahip’e abisini iyileştirmesi için başvuruyor ve rahip kralı hayata döndürüyor. Bunun üzerine kral 301 yılında Hristiyanlığı kabul etmiş. Rahip Krikor Lusavoriç’in yaşadığı yer altındaki boşluğa çok dar merdivenlerle iniliyor.

Daha sonra Noravank Manastır’ına gidiyoruz. Dağların tepesinde yerleşik olan manastıra çok dar yollardan geçerek ilerliyoruz. Birkaç kiliseden oluşuyor. İlk kilise 7 yy. da yapılmış. Ortaçağ Ermenistan’ın en önemli dini merkezlerinden biri. Günün sonunda bedenimizdeki yorgunluğu artık yavaş yavaş hissediyoruz. Dönüşte Diyarbakır gecesini konuşuyoruz ve bizimle çok ilgilenen Ermenistan’daki arkadaşları da davet ediyoruz.

Ebedi ateş

Ziyaret ettiğimiz bir başka yer, Karabağ savaşında şehit olan askerlerin mezarlığı idi. Sonra Soykırım Anıtı’nı (Tsitsernakaberd) ziyaret ettik. Otobüsten indiğimizde bize çiçek verdiler. Anıta giderken yol boyunca 1915 olaylarının olduğu yerlerin isimleri taşlar üzerine yazılmış. Halkın iradesi ile yapılan anıt, Kırlangıç Tepesi’nde bulunuyor. 24 Nisan’ı anma törenleri 1965’te başlıyor. Her birimiz bize verilen çiçekleri sürekli yanan 1.5 m derinliğindeki ebedi alevin etrafına bıraktık. Etrafında 12 ili temsil eden 12 adet yapı uzanmaktaydı.

Kayıp geçmişle yüzleşmek

Geziye akrabalığımız olan bir abimiz de katılmıştı. Beraber Siverekli bir ailenin olduğu köye gideceğimizi kararlaştırmıştık. Acaba bu aile dedemleri tanıyor muydu? Sabah kahvaltısından sonra kiralanan bir taksi ile yola koyulduk. 30-40 dakika sonra köye ulaştık. İlk gittiğimiz ev, Hovsef Matosyan’ın eviydi. Evin bahçesinde meyve ağaçları, inekler, köpek ve kediler vardı. Evin içinde ise piyano ile karşılaşıyoruz. Evde anne-baba, iki oğul, iki gelin, üç torun yaşıyor. Aile bireylerinden Hovsef amca (baba) Türkçeyi daha iyi konuşuyordu. Ancak sohbet çoğunlukla Zazaca oldu. 

Evin hanımının duruşu hüzünlü ve kederliydi. Yedi yıl önce büyük oğullarını kanserden kaybetmişlerdi. Piyanoyu o çalıyormuş. Evlatlarının kaybından sonra piyano hiçbir şekilde bir daha çalınmamış. Gözleri tok, gönülleri zengin misafirperver bu insanlar bizi utandıracak kadar ikramda bulundular. Ancak 4-5 saat süren konuşmalardan sonra anladık ki evde büyük dedemi tanıyan yoktu. Aynı taksi ile geri dönecektik. Arabanın gelmesine hala zaman vardı. Birkaç ev ötede Hovsef Matosyan’ın abisinin evi vardı ve oraya gitmeye karar verdik.

Hem çok yakın, hem çok uzak

Eve vardığımızda bizi Sara adında yaşlı bir teyze karşıladı. Sara Levon Matosyan’ın eşiydi. Dil problemi burada da devam ediyordu. Konuşma esnasında bir an Giragos ismi telafuz edildi. Ben de bu kişi acaba büyük dedem olabilir mi diye büyük bir heyecana kapıldım ve Sara teyzeye sordum. Büyük dedemi tanımıyorlardı; fakat anlatılanlardan Hovsef-Levon Matosyan’ın annelerinin (Altun) aslında anne tarafından Süryani olan babamın dayısı Davut’un kızı olduğu anlaşılıyordu. Birden sanki bütün benliğim donmuş, dilim ağırlaşmıştı. Ermenistan’a geldiğimden beri hissettiğim o derin hüzün, kendini gözyaşlarında bulmuştu. Kayıp geçmişimle yüzleşir gibiydim. Sara’nın büyük kızı ile birbirimize hasretle sarıldık. Daha sonra büyük bir titizlikle saklanmış eski siyah-beyaz fotoğrafları getirdiler. Bazı fotoğraflarda tanıdık yüzler vardı. Sonra özgün Siverek şapkası takmış yaşlı bir adamın eski fotoğrafını getirdiler. Ben bu fotoğrafı daha önce görmüş, bu yüzü çok iyi tanıyordum. Bu babamın küçük dayısı Cemil’di (Davut’un küçük kardeşi). Fotoğrafın büyütülmüş hali Siverek’te babamın dayısının evinin duvarında asılıydı. Dil sorunumuz nedeniyle detaylar sonraya kaldı. Biz hem birbirimize çok yakın birer halka, hem de yıldızlar kadar çok uzaktık.  Hovsef amcalar gibi Sara teyze ve kızları da bizi çok iyi ağırladılar. Evin büyük oğlu Hagop piyano çaldı. Ne güzel bir kültür…! Orada bir saat kaldıktan sonra Hovsef amcalara geri döndük ve dedim ki: “Hovsef amca, biliyor musun biz akrabayız.’’ Hovsef amcanın yüzünde hafızamdan asla silinmeyeceğine inandığım bir gülümseme oldu ve hemen geldi bana sarıldı. Sanki az önce o kadar oturan biz değildik. Sohbetimiz yeniden başladı. Eski siyah beyaz fotoğraflar burada da getirildi. Hovsef amca bizim oraların kaçak çayını çok seviyormuş. Adreslerini aldım ve bir koli hazırlayıp göndermeyi düşünüyorum. Daha sonra araba geldi ve köyden ayrıldık.

Otele döndüğümde gizli kalmış geçmişimin biraz aydınlanması yükümü hafifletmişti. Kendimi daha mutlu hissetmiştim.

Gezinin ikinci haftasının pazartesi Erivan’daki son günümüz. Sevan Gölü’ne gittik. Göl çok temiz ve berraktı. Göl suyunun içilebildiği, ayakların ya da vücudun suya bırakılması durumunda vaftiz olma anlamına geldiği söylenmişti. Bulunduğumuz yükseklikten gölü seyrettiğimde bana Ahtamar’ı anımsattı.