Yıkın Boğaziçi’ni, ODTÜ’yü, Bilkent’i!

Orlin Sabev’in monografisi Osmanlı’da eğitimin modernizasyonu sürecine dair bugün de anlamlı olan birçok soruyu gündeme getiriyor.

Önce Binali Yıldırım, öğrencilik yıllarında “yoldan çıkarım” korkusuyla Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih etmediğini açıkladı ki bir ulaştırma bakanının ‘yoldan çıkma’lardan korkması kadar doğal ne olabilir? Daha sonra Yeni Şafak gazetesi yazarlarından Yusuf Kaplan, yeni cumhurbaşkanına önerdiği yirmi maddeden on dokuzuncusunda, “Başka kültürlerin gönüllü acentalığını yapan Boğaziçi, Bilkent ve ODTÜ”nün yıkılması gerektiğini yazdı. ‘Yıkılması’ sözcüğünü de tırnak içine aldı ki fiziksel bir yıkımı kast etmediği anlaşılsın. Ve nihayet Yeni Akit gazetesi yazarlarından Merve Kavakçı, “Müslüman kimliği nedeniyle Boğaziçi’ne layık görülmeyen Davutoğlu”nun başbakan olmasını hakkın tecellisi olarak yorumladı ve kıssadan hissesi gümbürtüye gitmesin diye ‘m’ harfini şeddeledi: “Departmanınıza ‘uygun’ görmeyebilirsiniz amma! o da gelir başınıza Başbakan olur!” Peki ne oluyor? Nedir muhafazakâr dünyanın bu okullarla alıp veremediği? Niçin Aya Sofya misali her fırsatta karşımıza çıkarılıyorlar?

‘Yeni zihinler yetiştirmek’

Bulgar tarihçi Orlin Sabev’in ‘Spiritus Roberti: Shaping New Minds and Robert College in Late Ottoman Society (1863-1923)’ [Robert Ruhu: Geç Dönem Osmanlı Toplumunda Yeni Zihinler Şekillendirmek ve Robert Kolej (1863-1923)] başlıklı çalışması geçtiğimiz ay içerisinde Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından İngilizce olarak yayımlandı. Memleket sağolsun; kitap ve gündem, acı ve yazılı kaydı hep el ele; hayat kitap tanıtımı yazana güzel. Türkiyeli okurlar Sabev’i daha önce ‘İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni (1726-1746)’ kitabıyla tanımışlardı. ‘Spiritus Roberti’, adından da anlaşılacağı üzere, bir Robert Kolej tarihi ve bu konuda da ilk değil. Ancak gündem bir yana, Sabev’in bu hacimli çalışmasını önemli kılan başka nedenler var.

Birincisi, Sabev okulun bugüne kadar yazılan tarihlerinde kullanılmayan arşiv belgeleriyle ikincil kaynakları harmanlayarak zengin bir malzemeden yararlanıyor. Kitapta yalnızca okulun kuruluş efsanelerini, yöneticilerinin ya da mezunlarının anılarını ve çarpıcı anekdotları değil; kuruluşundan beri Osmanlı/Türk bürokrasisiyle ilişkisini ve okula öğrenci gönderen farklı milletlerin basınında yarattığı tartışmaları da bulabiliyoruz. Belgelerin orijinalleri kitabın sonuna eklenmiş ve transkripsiyonları da mevcut. Üstelik yazar arşivlerden elde ettiği verileri de ayrıntılı tablolar halinde kitabın sonuna eklemiş. Örneğin öğrencilerin yıl yıl milletlere göre dağılımını, babalarının ne iş yaptığını bu tablolarda görebiliyoruz. Dahası,  tablolara bakarak 19. yüzyılın ikinci yarısından erken Cumhuriyet’e uzanan süreçteki bütün toplumsal kriz ve dönemeçlerin (Osmanlı-Rus Savaşı, İkinci Meşrutiyet, 1915 vb.) okul üzerindeki etkisini gözlemleyebilmek çok heyecan verici. Ancak ikincisi ve bence daha önemlisi, Sabev’in monografisinin Osmanlı’da eğitimin modernizasyonu sürecine dair bugün de anlamlı olan birçok soruyu gündeme getirmesi.

Batılı tarzdaki eğitim kurumları ne işe yaradı?

Öncelikle burada bir tarihyazımı tartışması var: Dağılan imparatorluğu bir arada tutabilmek için devreye sokulan Osmanlıcılık politikası çerçevesinde kurulan karma okullar (kızla erkeği değil, milletleri karmaktan söz ediyorum) işlevlerini ne ölçüde yerine getirdi? Örneğin Fatma Müge Göçek, genel olarak Batılı tarzdaki eğitim kurumlarının imparatorluğun milletleri arasında bir birleşmeden ziyade ayrışmaya neden olduğunu öne sürüyor. Acaba bu okullar farklı milletlerden gelen gençleri ortak çıkarlar etrafında hiç mi (ve neden) buluşturamadı? Tabii Göçek’in argümanının millet-i hakime perspektifine indirgenenerek milliyetçileştirilmiş vulgar bir versiyonu da var ki imparatorluğun yıkılışını sadece Robert Kolej’e (ve belki benzeri bir-iki okula daha) bağlıyor; ecdadının kurduğu medeniyeti yıkan, üstelik Fatih’in İstanbul’u fethetttikten sonra yaptırdığı Rumelihisarı’nın yanı başında arsızca dikilen bu okulu unutamıyor, affedemiyor. Zaten misyonerler tarafından kurulmuş olması ve kozmopolitliği; akla hemen Babil kulesini getiren etnik, dinsel ve dilsel çeşitliliği kurulduğu günden beri başına dert olmuş. Sırf Osmanlı/Türk romanına bakarak bile durumu açık seçik görmek mümkün.

İttihat ve Terakki liderlerinden Mizancı Mehmet Murat’ın 1890’larda yayımladığı ilk ve tek romanı olan ‘Turfanda mı Yoksa Turfa mı?’, reformlar yaparak Osmanlı’yı eski ihtişamına kavuşturmak için hilafet başkentine gelen Doktor Mansur’un gemiyle boğazdan İstanbul’a girerken bir misyoner okulu olan Robert Kolej’i görerek içinin cız etmesiyle açılır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk içişleri bakanı olan Ahmet Ferit Tek’in eşi Müfide Ferit Tek, 1924 tarihli romanı ‘Pervaneler’i, Protestan misyonerlerin kurduğu kozmopolit okulların gençlerimiz üzerindeki zararlı etkilerini anlatmak için yazmıştır. Kendisi Trablusgarp’ta İtalyanların yönetimindeki St. Joseph Rahibe Okulu’ndan mezun olan Müfide Ferit, romanındaki kozmopolit kolejde okuyan Türk ve Rum kızlarının, babaları cephede birbirlerini boğazlarken karşılıklı düşmanlık duymadan nasıl arkadaşlık ettiklerine şaşırır; bir tenis maçını bile millî meseleye çeviren Ermenilerin aksine böyle hırslar duymayan Türk kahramanına hiç acımaz. Oysa Reşat Nuri’nin ‘Çalıkuşu’nu yazma amaçlarından biri, misyoner okullarında okuyan şımarık genç kızlarımızın gerektiğinde nasıl olgunlaşarak bir toplumsal sorumluluğun altına girebileceklerini göstermektir. Ömer Seyfettin’in meşum Babil kulesi ve her türden çeşitlilik hakkında ne düşündüğünü söylemeye bile gerek yok.  

‘Tedirgin yerliler’in huzursuzluğu

Tarihyazımı tartışması bir yana, günümüz bürokrasisi için Osmanlı’nın Robert Kolej’le mücadele yöntemlerinden alınacak çok ders var. Kapısı yangın yönetmeliğine göre küçük olduğu için kapatılmıyor belki okul ama önce kuruluşu yıllarca geciktiriliyor, sonra da sürekli bir kapanma tehdidiyle karşı karşıya kalıyor. Okul binasının yapılacağı araziyle başlıyor hikâye. (İstanbul’dan söz edip de arazi rantından söz etmemek olur mu?) Arazi ancak yerli bir Ermeni aracılığıyla satın alınabiliyor, ruhsatın çıkması yıllarca sürüyor, bina inşa edildikten sonra ‘tedirgin yerliler’ biteviye huzursuzluk çıkarıyorlar; araziyi satan Ahmet Vefik Paşa’yla arası hiç iyi olmayan dönemin sadrazamı Âli Paşa, okulun arazisini kendisine ait ve daha değersiz bir araziyle değiştirmeye çalışıyor ve daha bir sürü. Abdülhamid’in -ki dönemi, günümüz Türkiyesi’nin karşılıklı toplumsal refleks ve tepkilerinin kara kutusudur- Robert Kolej nefreti o dereceye ulaşıyor ki araziyi satan Ahmet Vefik’i öldükten sonra bile affetmiyor ve “Okulun çan seslerinin kıyamete kadar kulaklarında çınlayıp duracağı” bir yere gömülmesini istiyor. Okul bir kez kurulduktan ve binası yapıldıktan sonraysa üç tarz-ı mücadele devreye giriyor: Önce Müslümanların Robert Kolej’e gitmeleri yasaklanıyor (ama Münif Paşa’nın oğlu gidiyor), sonra alternatif devlet okulları kuruluyor ve başa çıkılamayınca da Robert Kolej Türkleştiriliyor. Yani meşhur ve millî “oyala, izin ver, yasakla, Türkleştir” modeli. Okulun bir buçuk asır boyunca kendisini Osmanlı ve Türkiye’nin toplumsal koşullarına uydurmak için gösterdiği esneklik gerçekten çarpıcı.

1863’ten bu yana ne değişti?

Kitabı okuyunca, yazının başında değindiğim tepkilerin aslında kemikleşmiş refleksler olduğunu anlıyoruz. Robert Kolej, kurulduğundan beri, evlatlarını kendi dininden ya da mezhebinden uzaklaştırdığı için çeşitli dillerdeki duyarlı basının dikkatini çekmiş ve gazete kampanyalarına karşı ayakta kalma mücadelesi vermiş. Diğer bir deyişle, aslında bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne karşı her fırsatta ortalığa saçılıveren inciler, okulun kurulduğu 1863’e kadar geriye gidiyor. Bundan en az yüzyıl önce, Abdülhamid döneminde de en mükemmel hallerini alıp bir siyasi ideolojiyle bütünleşiyor ve o günden beri de, yazılıdan ziyade sözlü kültürde yaşayan toplumlarda olduğu gibi neredeyse hiç değişmeden tekrarlanıyorlar. Sanki aynı koşullar bugün tamamıyla geçerliymiş, misyonerler üzerimize atlayıvermek için fırsat kolluyorlarmış gibi.

İşte Boğaziçi’nin durumu bu. ODTÜ zaten ‘solcu yuvası’. Peki ya memlekete lisansüstü emek sömürüsünü tanıtan Bilkent hangi yabancı kültürün gönüllü acentalığını yapıyor? Bunu anlayamıyoruz. Üstelik beğenelim ya da beğenmeyelim ‘akademik kriterler’ meselesi var. Yayın çeteleri kurmuş ya da tıp ve zıraat fakültesi yayınlarıyla listeleri zorlayan kitlesel devlet üniversitelerini bir kenara koyarsak, indeksli yayın fetişizmini nasıl tatmin edecek Yeni Türkiye’nin üniversiteleri? Mevcut verilere bakılırsa dergi hakemleri Sırp olmalı. Ve bir de (hatta belki yalnızca) şu var: Beğeniriz, beğenmeyiz; akademik oryantalizmle itham ederiz ya da sınıfsal dışlayıcılığını eleştiririz; ‘amma’, Kürtçe konuştuğu için daha geçen hafta bir insanın linç edildiği ve neredeyse düz liselerin bile kozmopolit sayılmaya başladığı bu ülkede çok dilli, çok herşeyli, kozmopolit ve kaka okulları değil yıkmak, kardeş türkülerin söylenebildiği yenilerini ne kadar çabuk yapsak o kadar iyidir. Yoksa yakında ortalık, zengin Türkçesinin 500 kelimesi içerisinde tanımlayamadığı bir ses duyar duymaz sokakta birini boğazlamaya hazır duyarlı gençlerle dolacak.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ