İstanbul’u titreten Ermeni ve Rum kabadayılar

Osmanlı sosyal hayatının önemli bir parçası olan kabadayılar, kendilerini mahallenin düzenini sağlamakla sorumlu görürlerdi; ancak 20. yüzyılın başından itibaren bozulan sistem, onları suç âleminin önemli bir parçası haline getirdi. Kabadayılar üzerine en detaylı kitaplardan birisinin yazarı Refi’ Cevat Ulunay ile polis memuru Ömer Ünal’ın anılarından Ermeni ve Rum kabadayıların hikâyelerini derledik.

Ulunay’ın aktardığına göre, kabadayılar sportif adamlardır. Müsabaka hevesi, o zaman tulumbacılıkla tatmin edildiği için, oturdukları mahallenin çoğunlukla tulumba teşkilatını idare ederler.
 

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

Osmanlı dönemi İstanbul’unda toplumsal hayatın önemli bir parçası olan kabadayıları, belki de en detaylı olarak anlatan ünlü gazeteci Refi’ Cevat Ulunay’dır. ‘Eski İstanbul Kabadayıları: Sayılı Fırtınalar’ isimli kitabında, çok yakından tanıdığı kabadayı camiasını detaylı biçimde anlatan Ulunay, ilk olarak 1955 yılında yayımlanan kitabına “Eski İstanbul’un kabadayılığı bir nevi ‘şehir şövalyeliği’dir” diyerek başlar ve şöyle devam eder:

“Bazı eli kalem tutanlar, o muhiti, o şahısları yakından uzaktan tanıyorlarmış gibi, bu mevzu üzerine çalakalem, hatıralar, romanlar, hikâyeler düzdüler, uydurdular. Bunlar, okuyanlarda bir alaka uyandırmadı; çünkü yalandı, yanlıştı. Yalnız yazanları az çok tatmin etti. İstanbul kabadayılığı başlı başına bir âlemdir. Bu âlemin büyük vakalarını, tanınmış şahsiyetlerini kulaktan dolma malumatla anlatmaya imkân yoktur; o muhit içinde bulunmak, yaşamak lazımdır.”

Ulunay, Osmanlı kabadayılarını yakından tanır, onları birebir tanımış, aynı yerlerde gürültülü bir mâzi yaşamıştır. Türkçe romanının ünlü isimleri Refik Halid Karay ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’yla ‘batakhaneler’de sıklıkla dolaşır Ulunay. Hatta bir batakhanede, kumar masası misafirliği yaparken işlenmiş cinayete de tanık olurlar; Ulunay, bunu kitabında etraflıca yazar.

‘Madara olmayalım’

Ulunay’a göre, İstanbul şövalyeliğinin kendine göre kanunları ve raconları vardır ve bu kanunlara uymak kabadayılığın en önde gelen gereğidir: “Bu adamlar kendi terbiyelerine göre, âdetleri ve ülfetleri ile koydukları kaidelere riayete mecburdurlar. Zayıfı, bilhassa ırz ehlini himaye ederler, çizdikleri yoldan ayırmamaya dikkat ederler. Çünkü muhitlerinin onlara verdiği bazı hakları ayak altına alırlarsa şöhretlerini kaybedeceklerinden korkarlar.” Zira, kabadayıların en çok korktukları şey, ‘madara’ olmaktır. Madara olmak, nâmını yitirmek, racon kesmek payesini kaybetmek demektir, yani kabadayı için bir anlamda ölümdür. Bu anlamda, kendilerine ‘külhanbey’ denilmesinden ödleri kopar. Zira külhanbeyleri, “geceleri hamam külhanında yatan, yersiz yurtsuz kimse; serseri, başıboş gezen ve argo konuşmaları ile kabadayılık taslayan kimse” olarak anılır. Külhanbeyi olarak anılmak, bir kabadayı için statü düşüklüğüdür. Hatta Ulunay’a göre, “Kabadayılar birbirlerini küçültmek isterlerse ‘külhanbeyi’ derlerdi”. Yine de birbirlerine hürmet ederler, bu hürmete layık olmaya dikkat ederler.

Ulunay, kabadayıları “Onlar beydir, efendidir, ağadır” diye anlatırken, Hulki Aktunç, kabadayıları, “Şehir eşkiyasıdır bunlar. Otorite zaafından, hukuk sistemindeki boşluklardan yararlanırlar. O dönemde Osmanlı otoritesi, Celali isyanları nedeniyle zaafa düşmüştü. Kabadayılar da şehir celalileri olarak ortaya çıktı. Sonra da etraflarında birtakım efsaneler oluşturdular” diye anar.

‘Sanat ehli’ olanlar

Ulunay, kabadayılar için “çoğu cahildir” derken, yine de sanat ehli olduklarını ve içlerinden bazılarının “kaleme devam ettiğini” ekler. Hiçbiri meslek tutma iddiasında değildir. Kendilerine verilen vazifeyi saat gibi yaparlar, bunun haricine de pek çıkmazlar, çünkü fazlasını öğrenmeye pek vakit bulamamışlardır. Dostlarıyla bulundukları mecliste sabaha kadar içerler, fakat sululuk yapmazlar, kendilerini kaybetmezler. Gülerler, oynarlar, sohbetlerine doyum olmaz. Devamlı münasebette bulundukları kadınlar, arkadaşları için namahremdir, ona kötü niyetle bakmaya gelmez. Ulunay, kabadayıların “güzel kadına bayıldıklarını, kazandıklarını kazanacaklarını yedirmekten sonsuz zevk duyduklarını” anlatırken, aşkları hakkında şunları yazar: “Severler, aşklarında şakaları yoktur. Sevdiklerine yan gözle bakanları evvela ikaz, sonra ihtar, ondan sonra tedib, sonra da tepelerler. Aralarında bir kadın meselesi olur, bunu da racon kesmekle halledemezlerse o zaman koltuk altındaki saldırmalar kınlarından çıkar.”

Racon meselesi

Racon, anlaşmazlık hallerinde devreye girer. Aslı İtalyancadaki “ragione” (bölge) kelimesinden gelen raconla, Osmanlı 16. yüzyılda tanışmıştır; fakat Hulki Aktunç’a göre, raconu, Fransızlar, İspanyollar ve Araplar da bilirler. “Racon”, İstanbul çapkınlarının aralarında halledemedikleri meseleleri, bir hakem vasıtasıyla karara bağlamalarıdır. Herhangi bir meselede iki taraf da hak iddia ederse, bunu hakem heyetine izah ederler, o da etraflıca dinleyip hükmünü verir, bu hükme hepsi itaatle mükelleftir. Racon kesenlerin bitaraf, kabadayılık hayatında falsosuz, olgun ve tecrübe sahibi olmaları şarttır. Şayet iki taraf da kesilen racona ehemmiyet vermezlerse, meseleyi aralarında dövüşerek hallederler. Fakat bir taraf kabul eder, diğer taraf kabul etmezse kabadayılık âlemi, kabul etmeyeni bir nevi aforozla aralarından çıkarırlardı, artık onun sözüne itimat edilmez ve böylece kendine başka bir muhit bulmaya mecbur olurlardı.

Filmlerde yelekli, fesli, ceketi omzunda, yumurta topuk ayakkabılı olarak resmedilen kabadayılar, Ulunay’a göre, “Bazılarının tasavvur ettikleri gibi sıfır kalıp fes, camavari yelek, sakız kuşağı, kıvrık paçası mor kadifeli bol pantolon, yumurta ökçe pabuç, boyun tarafı büzmeli siyah mintan” giymezler. “Herkes gibi giyinirler, hatta iyi terzilerden giyinirler, fakat ekseriya pardösüsüz gezmezler. Çünkü koltuk altında saldırma taşırlar. Bunu da bir çalım vesilesi yapmazlar.”

Sportif adamlardır. Müsabaka hevesi, o zaman tulumbacılıkla tatmin edildiği için, oturdukları mahallenin çoğunlukla tulumba teşkilatını idare ederler. Şöyle anlatır Ulunay: “Kule işaret çeker, yangın topu patlar, köşklü narayı atarsa, dükkânlarında iseler işi gücü, kalemde iseler evrakı bırakınca fırlarlar. Zaten dizlikleri pantolonun altındadır. İstanbul tulumbacılığı, şimdiki futbol ne ise odur. Yani bir spordur, hem de cakalı bir spor. Kim olursa olsun, İstanbul muhitine girdi mi, kendini bu hevese, bu üstünlük zevkine kaptırmadan olmaz. Tulumbacılık, bir sürat müsabakası hâlini almıştır.”

Devir değişince…

Ulunay’ın bu güzellemelerine karşın, kabadayılar, “küçük beyler, palavracılar, fiyakacılar, mahalle kabadayıları, meyhane kabadayıları, dil kabadayıları, yumruk kabadayıları, bıçakçılar, hacamatçılar, kalleşler, kıyakçılar, yedibelalar, çamurlar ve dayak hastaları” olarak anılırlar ve Ahmet Rasim’e göre, kadınlara sataşır, mahalle kahvelerinde kavga çıkarır, kendilerine pay vermeyen dükkân sahiplerini, çay veya içki ikram etmeyen kahvecileri, meyhanecileri sopalar, sonra da bu rezaletleri sağda solda anlatarak övünürler. Polisin gözünün içine baka baka, caddenin ortasında çilingir sofrası kuracak kadar pervasızdırlar. Nitekim Ulunay’ın kitabından ve polis memuru Ömer Ünal’ın 1972 yılında Gün gazetesinde yayımlanan anılarından derlediğimiz 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında İstanbul’da yaşayan Ermeni ve Rum kabadayıların hikâyeleri, Ulunay’ın yaptığı kabadayı tasviriyle pek bağdaşmıyor.


Piç Ardaş

1910’lu yıllarda özellikle Üsküdar sokaklarında hüküm süren Piç Ardaş, 1886’da Sivas’ta doğar. Koca Mavnacı’yı öldürdükten sonra dikkatleri üzerine toplayan Ardaş, küçük yaştayken Sivas’tan getirilip Selamsız’daki Ermeni kilisesinde bir papaza bırakılır. Neyin nesi olduğu bilinmeyen Ardaş’a nüfus kâğıdı çıkarılırken, baba hanesine kendisini teslim alan Sarkis adındaki papazın adı yazılır. Bu durumdan ötürü “piç” lakabıyla anılır. Kilisede büyüyen Ardaş, tüm çabalara rağmen okumayınca, meslek öğrenmesi için bir fırına çırak olarak verilir. Ömer Ünal’ın aktardığına göre, “doğuştan asi ruhlu” olan Ardaş, ilk suçunu fırında beraber çalıştığı Erbaalı arkadaşı Yusuf’u fırıncı küreğiyle yaralayarak işler.

Bu olaydan sonra, fırında çalışmayı bırakan Ardaş, 24 yaşındayken Selamsız’daki kilisenin iki papazını yaralayınca artık meskeni sokaklar olur. Papazlara saldırmasının sebebi de kendisine istediği parayı vermemeleridir. Doğancılar’ı haraca kesen Ardaş, bir süre sonra gönlünü Kumkapılı Ağavni’ye kaptırır. Ağavni’nin babası Krikor’un, kızını Ardaş gibi birisine vermek istememesi kendisi için pek hayırlı olmaz. Bir gece Ağavni’nin evini basıp onu kaçıran Ardaş, kızın babası Krikor’u da ağır yaralar. Ardaş, I. Dünya Savaşı’nın ardından Ağavni’yle birlikte yaşadıkları Ümraniye yolu üzerindeki evinden Üsküdar sokaklarını yönetenlerden birisidir artık. Ardaş’a esas şöhreti ise İstanbul’un namlı kabadayılarından Mavnacı Ali’yi “hacamat” etmesi getirir.

Rizeli Mavnacı Ali, 1906’da Üsküdar’ın “haracını yiyen” Karamanlı Yusuf’u Üsküdar vapur iskelesinin önünde falçatayla öldürmesinin ardından, 16 yıl boyunca hem Üsküdar’da, hem de Beyoğlu’nda “borusunu öttüren” namlı bir kabadayıdır. Ali’nin Piç Ardaş’ın Üsküdar’da isminin duyulmasından duyduğu rahatsızlık, kendi avanesinden birkaç kişinin Ardaş tarafından dövülmesiyle ayyuka çıkar. 26 Kasım 1920’de, Mavnacı, Ardaş’ı öldürmek için bir tuzak kurar ve onu Kuzguncuk’a çağırır. Fakat hesabı tutmaz ve iki hasım Kuzguncuk’taki Yalı Kahvesi’nin önünde bıçaklarla kapışırlar. Düelloda şans, iki parmağını kaybetmesine rağmen Ardaş’a güler. Sağ el başparmağı ve işaret parmağının kesik olması, polis kayıtlarında en belirgin alameti olarak geçer. Bu kavgadan sonra Üsküdar’ın tek hâkimi olan Ardaş’ın da saltanatı uzun sürmez. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sevgilisi Ağavni’yi de yanına alıp ortadan kaybolur.

Şık Manol

Tokatlı Milaço’nun 1890 doğumlu oğlu Manol’u diğer kabadayılardan ayıran özelliği, her daim çok sık giyinmesidir. “Sırtından eksik etmediği kadife yakalı paltosu, başındaki fötr şapkası ve boynundan hiç eksik etmediği kravatı ile bir kabadayıdan ziyade kalem efendisine benzeyen” Manol, bu yüzden “şık” lakabıyla anılır. Ömer Ünal’ın “Yüreği ve bileği ile tipi böylesine birbirine zıt ne insan gördüm, ne de bir kabadayı tanıdım” diye tarif ettiği Manol’un İstanbul’daki kabadayılığı pek uzun sürmez. Tokat’ta büyük bir çiftliği olan babası, onu okumak için İstanbul’a yollasa da, Manol’un okumaya pek niyeti yoktur. Yeşilköy’de kendine bir ev tutan ve bir süre sonra Galata’da kumarhaneye işletmeye başlayan Manol, haraç işlerine hiç bulaşmaz. İstanbul’da kısa süreli hüküm süren bu kabadayıyı Ünal şöyle anlatıyor: “Manol, kabadayılığı süresince hiç adam öldürmemiş, hatta ne bıçak, ne tabanca, ne de başka bir alet kullanmıştır. Onun en büyük silahı, kısacık boyuna rağmen, son derece çevik bir şekilde zıplayıp hasmına vurduğu kafası ve yumruğu idi. En kızdığı şey de haksızlıktı. Bir gün Kuledibi’nde kavga edince, o zaman görevli olduğum Asmalımescit Karakolu’ndan olay yerine geldim. Şık Manol, etrafını saran 6 kişi ile kıyasıya dövüşüyordu. Bu altı kişinin üçü ellerinde falçata bulunduruyordu. Fakat maymun gibi çevik olan Şık Manol’u bir biçime getirip haklayamıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, o kavgayı, daha doğrusu Şık Manol’u seyretmek için işe birkaç dakika müdahale edemedim. ‘Zaptiye geldi’ sesleri üzerine, çil yavrusu gibi dağılanlar altı kişi oldu. Şık Manol ise telaşsız, yerdeki fötr şapkasını alıp kafasına geçirdikten sonra kavganın sebebi anlaşıldı. Manol’un kapıştığı 6 kişilik grup, Kasımpaşa’dan gelip onun oturduğu kahve sahibinden haraç istemiş, buna dayanamayan Manol da kafası ile bileğini konuşturmuştu.”

Arap Hüsnü

1870 yılında Trablusşam’da doğan Mişel’in İstanbul’a ne sebeple geldiğini bilen yok. İstanbul’da İslam’a ihtida eden Mişel, Hüsnü ismini alır ve Arap lakabıyla anılır. Tophane civarında genç külhanların hepsini sindirmiş, Salı Pazarı’nda haracını vermeyen iki kişiyi öldürmesiyle nâm yapmıştır. Ömer Ünal’ın “Heyula gibi, iri yarı, insanın rüyasında görse korkacağı bir tipti” diye tarif ettiği Arap Hüsnü, kabadayılığının son yıllarında kaçak içki satışına girer. Bu işten dolayı defalarca kez hapse girip çıkan Hüsnü, Cumhuriyet’in ilan edilmesinin ardından sınır dışı edilir. 

 

 

Yamalı Yorgi

Arnavutköylü balıkçı Miltiyadis’in 1892 doğumlu oğlu Yorgi, Ayazma’da küçükken babasıyla balığa çıkarak mesleğin inceliklerini öğrenir. 11 yaşında, balık pişirdiği tavanın sandalda devrilmesiyle yüzünün çeşitli yerleri yanar. Bu yüzden lakabı “yamalı”dır. Polis kayıtlarında da alameti olarak “sağ kulağından yanağına doğru yanık izi” olduğu yazar. Sabıkalılar arasına girmesine sebep olan olay, 17 yaşındayken tartıştığı bir balıkçıyı Rumelihisarı’nda bıçaklamasıdır. Daha sonra, bu kez Kandilli’de ağ atma kavgasına bulaşır ve tartıştığı dört kişiyi yaralar. Bu vukuattan sonra, esas geçim kaynağı karmanyolacılık olmuştur, yani şehrin ıssız yerlerinde insanları sıkıştırıp paralarını alır. Bu sırada İzmirli Despina’ya âşık olur ve birlikte Ayazma’da yaşamaya başlarlar. 1921’de Bebek’te kendisine haraç vermeyen bir faytoncuyu ve Ortaköy’de bir kahveciyi öldürmesiyle, şehrin korkulan adamlarından biri olur. Boğaz’ın Rumeli yakasının haracını o topluyordur artık. Osmanlı zaptiyelerinden defalarca kez kaçmayı başarır. “Su testisi su yolunda kırılır” misali, 1923’te Arnavutköy’de bir kuytuda ölü bulunur.

Yamalı Yorgiyle Bursalı Despina’nın Ayazma’daki evi.

Solak Ligor

Konya’da kan davasına karışan babası Todori’yle küçük yaşta İstanbul’a gelen Ligor, 1888 yılında doğar. İstanbul’a kaçsa da kan davasından kurtulamayan aileyi takip eden hasımlarla Todori arasında çıkan çatışmada, Ligor sağ kolundan yaralanır ve sakat kalır. Fener’de oturan Todori Efendi, muhitinde ünlü bir terzidir. Fakat oğlu Ligor, sağ elindeki sakatlık yüzünden bu mesleği yürütemeyecektir artık. Ligor da kendisini sokaklarda bulur. Ömer Ünal’ın “korkunç denecek süratle bıçak kullanırdı” dediği Ligor, bu özelliği nedeniyle âlemde “solak” lakabıyla nam yapar. 1908’de Balat’ta bir Yahudi tüccarı vurarak ilk vukuatına imza atar. Bu dönemde babasını kaybeden Ligor için kabadayılık yolunda bir engel kalmamıştır artık.  şöhreti önce Unkapanı’nda yayılır. Oradan Eyüp’e kadar olan mıntıkanın dört yıl boyunca sözü geçen tek kabadayısı olur. Bir süre sonra kalpazanlık işine bulaşır ve sonunu da bu iş getirir. 1921’de piyasaya sürdüğü sahte İngiliz paraları yüzünden yakalanır ve hapse atılır. Hapisten çıkıp çıkmadığını kimse bilmez.

Kesik Nikola

1884 yılında İstanbul’da doğan Nikola’nın çocukluğu, Zindankapı’da babası Yorgo Efendi’nin yaptığı közlemeleri satmakla geçer. Babası, Nikola küçük yaştayken ölünce, bir süre daha işi devam ettirmesine rağmen, ne hamur tutmasını, ne de yağda közleme yapmasını beceremediğinden işi tutturamaz. Bir müddet de hamallığı dener. Fakat gözü kolay para kazanma yollarındadır. Genç ve kuvvetlidir. Haraç almaya ilk kez babasının dostu Tatyos Efendi’den başlar. Bir süre sonra yaşlı adam direnince, Nikola ilk vukuatına imza atar. Babasının en iyi arkadaşını jiletle yaralar. Artık başka bir yola girmiştir. Jilet atmakta ustalaşır, bileği de kuvvetlidir. Kısa süre de Zindankapı’nın hamallarını haraca kesmeye başlar. Artık “Unkapanı’nın dayısı”dır. Sabahtan akşama Mihal’in Kahvesi’nde oturup ayağına getirilen haraçların keyfini sürer. Haracını vermek istemeyen dört kişiyi yaralar, Rıza isminde bir hamalı da öldürür. Bir kavgasında yüzünden yaralanır ve bu yara sol yanağından gözüne kadar bir bıçak izi bırakır. Bundan sonra adı Kesik Nikola’dır. Polis peşine takıldığında da sevgilisi Olga’nın Kasımpaşa Ziba’daki evinde saklanır. Nikola, işlerini büyütmekte kararlıdır. Bazı kumarhaneler ve randevu evlerini kendisine bağlar. Beyoğlu’nda nâmı yürüyordur artık. Fakat ismi, 1922’de İstanbul’da adını yeni duyurmaya başlayan Laz Hüseyin tarafından Şık Manol’un kumarhanesinde öldürülmesiyle, İstanbul sokaklarından silinir.

 

Odesalı Kosti

1885’te Yunanistan’da doğan Kosti’nin, neden Odesalı olarak anıldığı bilinmez. İlk işi, 3 Aralık 1919 yılında, şimdiki adı İstiklal Caddesi olan Cadde-i Kebir’de 80 numaralı dükkânın içine girip kasasını kırdıktan sonra, üç bin drahmiyi çalmak olur. Sağ kolunun iç tarafında eli kamalı bir kız ile sol kolunda iki çiçek ortasında bir haç ve M harfi olan (Sevgilisi Mari’nin isminin baş harfi) dövmeleriyle bilinir. Alman Lokantası’nda çıkardığı olaylar meşhurdur. Fakat hiç suçüstü yakalanmaz. Polisler, dükkândan içeri girdiğim zaman Kosti’yi sevgilisi Mari’yle rahatça otururken bulurlar. Yerde ise birkaç kişi yaralı vaziyette yatıyordur daima. Kosti, İngiliz polisleri tarafından kollanır. Beyoğlu’nda bir terör havası estirir. Tünel’in çıkışından Taksim’e kadar bütün mıntıkanın hâkimidir. Birçok suça bulaşır, itiraz edeni öldürmekten çekinmez. Ziba Yokuşu’nda bir Ermeni tüccarı öldürmesine rağmen, İngiliz polisleri tarafından kurtarılır. Dokunulmazlığına olan güveninden ötürü, Hamidiye’de kendisini tutuklamaya çalışan bir zaptiye çavuşunu bile bıçaklar. 9 Temmuz 1921’de Çeşme Meydanı’ndaki Yakup Efendi Birahanesi’nin önünde, sonradan “nâmı büyüyecek olan bir tıfıl” olan Laz Hüseyin tarafından dört bıçak darbesiyle öldürülür.

Kategoriler

Dosya Orta Sayfa