Mimar Sinan’ı, Itri’yi taklit bile edemeyen, sonunu kendi hazırlıyor, farkında değil

Ömer Faruk’un İthaki Yayınları’ndan çıkan ‘Yarabıçak-Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları’ zihnimizin, bedenimizin ve duygularımızın kapatılmaları ve bu kapatılmaların ihlaline yönelik bir davet metni.

Fotoğraf: BERGE ARABIAN

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr

İhlalin yaratıcı dinamikleri üzerine Gilles Deleuze’ün göçebe düşüncesinden hareketle kaleme alınmış, yazı’yı da ihlal eden bir deneme. Solun kendini aşamayan kapatılmaları yüzünden siyaset sahnesinden silindiği günümüzde soru soran, düşünmeyi kışkırtan bir çalışma; milliyetçilik ve din kapatılmasından kurtulmaya dair bir zihin egzersizi. Mitoloji, felsefe, sinema, şiir, şarkı ve siyasetin içinden geçen dinamik bir üsluba sahip.

  • Alışıldık olmayan bir formatla yazmışsınız. Neden böyle bir üslup denediniz?

Yıllardır düşünüyordum, fark ettim ki yazılı kültürle çok iç içe olan kişiler, bir disipline kendilerini kapatarak diğer disiplinlerle ilişkilerini azaltıyorlar. Bir tür körlüğe neden oluyor bu. Diyelim ki sosyoloji çalışanlar, şiir okumuyorlar. Tarih çalışanlar, şarkıya bir ifade aracı olarak başvurmuyorlar. Felsefe çalışanlar, sinemaya itibar etmiyor, kurguyu önemsemiyor, masalı, mitolojiyi, ninniyi ciddiye almıyorlar. Oysa bunların her biri insanlık tarihinde kişilerin tek tek kendilerini ifade ettikleri araçlar olmuş. Modernlikle birlikte tümüyle yazılı kültür öne çıktı, uzmanlaşma giderek arttı, sözlü kültüre hiç başvurulmamaya başlandı. Bu durumun hayatla ilişki kurarken sorun yarattığını düşündüm. Bunların hepsi ayrı ayrı ifade araçlarıdır ve hepsi insana dairdir bence. Tümünü dikkate aldığımız zaman hayatta kurduğumuz ilişkinin daha geniş bir perspektife oturabileceğini var saydım. Bu yüzden parçacıklardan oluşmuş metinlerin birbirlerine teğellenerek bir iç kurgu oluşturmasına çaba gösterdim. Denemenin sınırlarını zorlamak, yazının “…dır” halinden çıkmak istedim…

  • Yazının “…dır” halini biraz açar mısınız?

Cevap veren, kendini dikte eden, öğrenilmesini, ezberlenilmesini isteyen yazıyla, soru soran okuru katılmaya kışkırtan, yeni sorulara yönelten yazı arasında fark vardır. İlki “…dır” der; ikincisi “belki, bilmiyorum, sen bilirsin” der, okurla eşdeğer bir ilişkiyi gözetir ya da susmayı seçer; tahakküm üretmeyen yeni bir dil oluşturmanın imkânları üzerine düşünür. Yöneten yönetilen ilişkisinin ortadan kalkmasını isteyen bir toplumsallık arzusu, ikincisini tercih eder. Yönetilecek değil, yönetilmeye gerek kalmayacak kadar kendini özerkleştirmiş kişileri murad eder. Bu anlamda dikte eden, “…dır” diyen yazı da büyük kapatılma araçlarından biridir…

  • Kapatma kapatılma demişken, kitabınızdaki ana kavramlarından biri de bu. Toplum olarak da medeniyet olarak da kapatma, kapatılma halindeyiz. Bunu biraz açar mısınız?

Somut bir durum üzerinden konuşmak daha iyi olacak. Örneğin memleketteki sol sosyalist muhalefetin en büyük defolarından biridir: Türkiye toplumsal ve siyasal tarihini, Doğan Avcıoğlu’nun ‘Türkiye’nin Düzeni’ ve İsmail Cem’in ‘Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’ üzerinden kavramaya ve siyaset yapmaya çalışmak. Her iki yazarın tezleri Kemalist söylemin içinden kurulmuş ve o söylem sol sosyalist muhalefete aktarılmıştır. Her iki kitapta Kürtler ciddiye alınmamış, Ermeni soykırımı geçiştirilmiş, din güçlü bir fenomen olarak incelenmemiş, devlet meşrulaştırılmıştır. Sol sosyalist muhalefet de modernliğin kötü çocuğu olan Kemalist eğitim tarafından sakatlanmıştır; bu yüzden bir aktör olarak siyaset sahnesinde belirleyici konumda değil, sınırlı bir ufuk üzerinden söz alıyor ve kaybediyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mustafa Kemal’in kurduğu parti olan CHP tarafından Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesiyle de Kemalizmin cenaze törenini CHP kaldırmıştır. Ama ulusalcılar bu basit gerçeğin bile henüz farkında değil!

Oysa Erik Jan Zürcher’in ‘Modernleşen Türkiye’nin Tarihi’ni ve Sevan Nişanyan’ın ‘Yanlış Cumhuriyet’ini okuduğunuz zaman, bu iki yazarın perspektifinin Kemalist kapatılmaya uğramadığını görüyoruz. Bu iki yazarın tezlerini tarih giderek daha fazla doğruluyor. Bizdeki eğitim sistemi zihinlerimizi Kemalist kodlara göre formatlıyor ve kapatıyor. Bu formatlar yüzünden algımızın çerçevesi çok daralıyor. Buna işaret etmek lazım diye düşündüm. Aynı biçimde, bedenlerin kapatılmasından ya da duyguların kapatılmasından da söz edebiliriz.

  • Bunu açar mısınız?

Belli saatlerde uyuyan, sevişen, yemek yiyen, çalışmanın biçimlendirdiği araçsallaştırılmış kişilere dönüştük. Modern yaşamın temel özelliği çalışmaya göre biçimlenmek olmaya başladı. Bedenlerimizin ve kasıklarımızın coşkusu, bu tip bir araçsallaştırma yüzünden azalıyor. Ve biz kendi ben’imizden giderek uzağa düşüyoruz. Sezgilerimiz, içgüdülerimiz giderek kayboluyor. İlerlemeyi temel alan bir toplumsallık duyumsama kapasitemizin çok altında bir hayat sürdürmemize neden oluyor. Bakmak göz, dokunmanın yerine geçiyor…

  • Biraz önce sözünü ettiğiniz Doğan Avcıoğlu-İsmail Cem çizgisine itiraz eden İslami kesim 12 yıldır iktidarda…

İslam da bir kapatılma. Yaklaşık 1.400 yıllık bir geçmişi var. Dünyanın beşte ikisinde kendini gerçekleştirmiş bir geçmiş bu üstelik. Hiç muhalefet sorunu, kaynak sorunu olmayan İslam devletlerinde bile İslam başka bir hayat tarzını inşa etmeyi beceremedi. 1400 yıllık bir teori ve o teorinin cisimleşmiş olduğu pratik boşa çıktı. Yeni bir hayat tarzı inşa edemedi. Kabul etmek lazım: Açık, çıplak, net gerçek bu! Üstelik İslam’ın doğduğu topraklar insanlık tarihinin en çok savaş gören toprakları, İslam’ı referans alan savaşlar hâlâ sürüyor. Bu anlamda tek başına İslam’ı referans alan bir söylemin de kendi sonunu yaşayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü İslam’ın Kapitalizmi aşmaya yönelik bir perspektifi yok. Kapitalizmin içinde kalarak onun dini figüranı olmaya devam ediyor, sembollerle varlığını sürdürmeye çalışıyor. Cami yapıyor, gökdelen dikiyor, AVM’ler açıyor, polisi tahkim ediyor, zeytinlikleri kesiyor, kuzey ormanlarını yok ediyor, HES’lerle ekolojik dengeyi bozuyor… ‘Devlet itibarı’ gibi otoriter totaliter bir zihniyetin uzantısı olan gerekçelerle ‘Ak Saray’ gibi ucubeler yapıyor, ufku o kadarına yetiyor; insanlığa bırakın örnek olmayı, rezil oluyor, komedi programlarına düşüyor. Medeniyet olarak kendini inşa etme yeteneğine, ufkuna sahip olmayan Kemalizmin bıraktığı boşluğu doldurmuş olması, geçmişinde bir medeniyet olması, Kapitalizmi aşan bir gelecek perspektifine sahip olduğunu göstermez. Mimar Sinan’ı Itri’yi Dede Efendi’yi taklit bile edemeyen, İslam sosuna batırılmış Kapitalizmin sadık sürdürücüsü olduğu bütün pratikleriyle ortaya çıktı zaten… Sonunu kendi hazırlıyor, farkında değil!

'Hrant Dink’in cenazesine katılan insanlar herhangi bir örgütlü yapıya bağlı olmadan cinayete olan öfkelerini dillendirmek için yürüyüşe geldiler. Hiç kimsenin beklemediği bir şeydi bu. O cenazeye kadar ‘Ermeni’ sözcüğü hakaretle eşanlamlı olarak kullanılıyordu, bir günde her şey değişti.'

  • Kapitalizmi aşmaya dönük perspektiften söz etmişken Türkiye’de böyle perspektifi temsil eden bir akım veya kesim var mı?

Bir öfke birikiyor ama bunun nitelik biriktirip biriktirmediğini, bu niteliğin cisimleşmiş formunun ne olacağını bilmiyorum. Verebileceğimiz üç örnek var. Hrant Dink’in cenazesine katılan insanlar herhangi bir örgütlü yapıya bağlı olmadan cinayete olan öfkelerini dillendirmek için yürüyüşe geldiler. Hiç kimsenin beklemediği bir şeydi bu. O cenazeye kadar ‘Ermeni’ sözcüğü hakaretle eşanlamlı olarak kullanılıyordu, bir günde her şey değişti.

Ufuk Uras’la Baskın Oran’ın seçim kampanyasına katılanlar için de söyleyebiliriz bunu. Mevcut yönetilme biçimlerine itiraz eden insanlar büyük bir coşkuyla seçim kampanyasına katıldı. Belirtmek lazım: Ufuk Uras’ın ya da Baskın Oran’ın becerileriyle değil, artık yönetilmek istememelerinin öfkesiyle insanlar sokağa döküldü.

Üçüncü büyük dalga Taksim Gezi Parkı’nda geldi. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin en büyük kitlesel eylemi herhangi bir önderliğin belirleyiciliği olmaksızın kişi olmayı, özne olmayı seçen insanların bir araya gelmesiyle oluştu. Bir çoğu ilk kez sokağa çıktı. Kapitalizm içi ve dışı toplum tasavvurlarını ayıran temel özelliklerden biri yöneten yönetilen ilişkisinin ortadan kalkmasını murad etmektir. Temel ayrım noktalarından biri budur. Gezi’ye katılanlar “Biz böyle yönetilmek istemiyoruz” dediler. Ve bunu canlı ve coşkulu bir biçimde gösterdiler. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez oldu bu… Bunun daha sonra kendisine bir nitelik de edinerek başka bir forma dönüşeceğini umuyorum.

  • Gezi’den bu yana iki yıl geçti. Bu umudunuzun emarelerini görüyor musunuz?

Bunu söyleyebilecek sosyolojik verilerden söz edemem ama Kadıköy’de, yaşadığım yerde bazı ipuçları var. Kadıköy’de mahalle evleri açıldı. “Evleri kimse kullanmıyorsa herkesindir” denildi ve mahallenin kullanımına açıldı. İktidarı oluşturan en temel varlığa, mülke saldırıldı. Bu mülksüzleşme hareketi iki yıldır varlığını sürdürüyor. Validebağ’da son haftalarda yaşananlar da bunun bir uzantısı. Burada da bir örgütün manipülasyonu yok. İnsanların kendi hayatlarına, doğaya yönelik gasplara karşı isyan etmeleri, sokağa çıkmaları söz konusu. Bir birikim oluşuyor. Bu birikimin ileride niteliksel bir kopuşa da dönüşeceğini umuyorum.

  • Türkiye’deki örgütlü sol muhalefet sözünü ettiğiniz birikime katkıda bulunuyor mu yoksa bunun dışında mı?

Gezi Parkı olayları örgütlü solun kestiremediği ve de örgütleyemediği bir isyandı.  Bunu neden öngöremediğini düşünmesi, ders çıkarması gerekirken bu sosyal patlamadan nasıl yaralanırım, kendime nasıl yontarım çabasına girdi ve bu sosyal patlamanın niteliğini de lekeledi.

  • İhlal günlük hayatta az kullanılan bir kavram, ne söylemek istersiniz?

Sözlük anlamı yasa ve düzene uymama demek. Bu toprakların çok kültürlü yapısını gözeten, içeren bir kamu kültürü oluşmadı. Ortak mutabakatla kabul edilen bir anayasamız bile yok. Askeri darbeler, milliyetçi çözümler ve dini referanslarla bir yere gidemeyeceğimiz belli. Bu akslar içinden geçen çözümler on binlerce insanın ölmesine neden oldu. Artık kendini bir özne olarak konumlayan kişilerin her tür yönetilme tasavvurlarını reddederek kendi geleceklerine sahip çıkma, yöneten yönetilen ayrımının olmadığı, türcülüğü reddeden yeni bir medeniyet üzerine düşünme dönemi geldi. Buna engel olan her şey, kişi, duvar, sınır ihlali hak eder. Bu anlamda ihlal meşrudur. ‘Yarabıçak’ ihlalin yaygınlaşmasına yönelik naçizane bir çabadır. Bu doğrultuda okunması beni mutlu eder.

  • İhlalde Çingenelerin konumu nedir?   

Çingeneler devlet, ordu ve nükleer santral kurmayan, tarım yapmayan, doğayı evcilleştirmeyen, milli marş bestelemeyen, bayrak ve gökdelen dikmeyen, banka ve borsa kurma çabasına girmeyen, gazete çıkarmayan, televizyona düşmeyen, kahramana tapınmayan, toplama kampları inşa etmeyen, istihbarat teşkilatı örgütlemeyen, kerhane işletmeyen bir halk. Üstelik bu durumu yüzyıllardır sürdürüyorlar. Böyle de yaşanabileceğini örnekleyerek göstermek, zihnimizdeki sınırları yıkmayı denemek istedim. Bunları yapmayarak da var olmak, insanlık suçlarına katılmamak mümkün!

  • Son olarak!?

Daha çok ihlal!

“Öcalan’a bu denli tabi kalmanın kendisi duvardır!”

  • Kürt siyaseti ve günümüzde gelinen aşama size geleceğe yönelik olarak umut veriyor mu? 

Kürt siyaseti o kadar çok başlı ve o kadar sürprizlere açık ki her söylenen şeyi boşa düşürecek bir yapısı var. Ama şu büyük bir sıkıntı: 10 küsur yıldır hapiste olan bir kişiye, Abdullah Öcalan’a bütün bir halkın gözünü dikmesi benim özgürlük ve demokrasi algımla hiçbir şekilde örtüşemeyen bir şey. Bir kişi ve onun söyledikleri üzerinden bir halkın geleceği kazanılamaz. Bu sorun aşılamadığı sürece başka bir sorunu, sınırı, duvarı inşa eder. Karşı oldukları devletin yerine yeni bir devlet kurmanın söylemi bu. Varılacak yer devlet ve onun zülmüne maruz kalanlar olur… Mağdurun konumu değişmez.

  • Peki, o duvarı adlandırmak mümkün mü?    

Abdullah Öcalan’a bu denli tâbi kalmanın kendisi duvardır!

24 Nisan bu kez çok daha kitlesel olabilir

  • Kitabın adı ‘Yarabıçak’. Yaralardan söz ediyorsunuz. 1915’te bu topraklardaki yaralardan biri belki de en büyüğü. 1915 sözünü ettiğiniz kapatılmanın neresine tekabül eder?

Bunlar milliyetçiliğin bâkiyesi olan sorunlar. 1915’i kabul edip yaraları sarmaya başlamak, bu sorundan çıkmak, kurtulmak gerekir. Yapılabilecek başka bir şey de yok. Şu an Türkiye milliyetçilik ve din kapatılmasının kıskaçları altında yaşıyor. Oysa her iki ideoloji de tarihte söz aldı, kendi pratiklerini gerçekleştirdi. Din zaten insanlık tarihi kadar eski bir pratik. Milliyetçilik de ulus devletlerle 19. yüzyılda ortaya çıktı. İki yüz yıldır kendini gerçekleştiriyor. Ama insanlık tarihine baktığımızda iki ideoloji de geleceğe dair bir umut barındırmıyor. Fütürologlar 2050’de su savaşlarının çıkacağını, diğer canlı türlerinin hızla yok olması nedeniyle bugün hayal bile edilemeyecek ekolojik sorunların ortaya çıkacağından söz ediyorlar. Biz ise geçmişten gelen kapatılmalarla uğraşıyoruz hâlâ… Bırakalım, “ölüler ölülerini gömsünler.”

  • 2015’te yani 1915’in yüzüncü yılında toplumdan farklı bir tavır bekliyor musunuz?

Devlet konumunu değiştirmeyecektir. Ancak Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi toplumun bir kısmının kendiliğinden bir tepki gösterebileceğini umut ediyorum. Birkaç yıldır 24 Nisan’da Taksim’de bir grup insanın toplandığını biliyoruz. Bu kez çok daha kitlesel bir tepkiye dönüşebilir.   

Ömer Faruk kimdir*

1954, Adana doğumlu olan Ömer Faruk, öğrenimi ile ilgili olmayan muhtelif işlerde çalıştı. 1987’de Milliyet Sanat dergisinin düzenlediğiAbdi İpekçi Sanat Yarışması/Öykü-Roman Eleştirisi İkincilik Ödülü’nü Orhan Pamuk’un Beyaz Kale adlı romanı için yazdığı eleştiri yazısı ile aldı. Son uğrak noktası Ayrıntı Yayınları oldu. Kurucusu olduğu bu yayınevinin Genel Yayın Yönetmenliği’ni 1987-2008 yılları arasında sürdürdü. Yayıncılıktaki başarıları 2000 yılında Ayrıntı Yayınları’nın Dünya Kitap dergisi tarafından ‘Yılın Yayınevi’ seçilmesiyle ödüllendirildi. Yine, 2004 yılında Türkiye Yayıncılar Birliği ‘Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’ Ayrıntı Yayınları Genel Yayın Yönetmeni olarak kendisine verildi. Yirmi yılda beş yüzden fazla kitabın yayımlanmasına, bir milyon kitabın okurla buluşmasına katkıda bulundu. Bu süreç, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce adlı ansiklopedik çalışmada Erkal Ünal tarafından şu sözlerle değerlendirildi: “Değerlendirmesi nereden bakıldığına göre değişir ama Stalinist sol anlayışa karşı itiraz anlamında Troçkizmin ötesinde başka bir sol anlayışın yeşertilmesinde ve anarşizmle temas kurulmasında Ayrıntı Yayınevi’nin azımsanmayacak derecede katkısı olmuştur. Yazıları Birikim, Evrensel Kültür, Milliyet Sanat, Varlık, Hürriyet, Radikal, Taraf gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Bir kızı, ‘Defne Ağacı ve Orman Kardeşliği’ (2012, Yapı Kredi Yayınları) adlı bir çocuk kitabı ve Avrupa Sineması’nın en ayrıksı yönetmenlerinden Michael Haneke üzerine kolektif bir çalışma olan ‘Haneke: Huzursuz Seyirler Diler’de (Editör: Nilgün Tutal, Exlibris, 2014) yayımlanan “Aşk ve Ereksiyon ‘Aşk’ı” adlı bir denemesi var.  

*Yazarın ‘Yarabıçak’ta yer alan biyografisinden alınmıştır.