BASKIN ORAN

Baskın Oran

İÇLİ DIŞLI

Ağabeylik hukukunun verdiği yetki…

 

Strasbourg’un üniversite semti Esplanade’da bir koca blok apartman. Adını okuyup ziline basıyoruz, “Baskın kardeşim, yedinci kata bekliyorum!”. “Geliyoruz ağabey” diyorum. Kapıyı Firomi Hanım açıyor, yılların bakıcısı.

Strasbourg seyahati kesinleşir kesinleşmez aramıştım: “Abicim, seninle en sonunda tanışacağız. Çok seviniyorum. Sana buradan Feyhan’la ne getirelim, lütfen söyle, beni çok mutlu edersin!”. Diyor ki: “Baskın kardeşim, siz gelin, başka bir şey istemem. Ama Mümtaz Soysal’ın Bilgi’den çıkan derleme günlük yazıları var, o kitapları getirirsen yeter de artar bile! Yalnız, biliyorsun, kitaplar kırışmış-bükülmüş falan olmasın!” 

Mangal kadar vicdan

Bizi yemeğe götürüyor. Ne yediğimizi pek bilmiyorum. Galonla Alsace şarabı yuvarladık, onu hatırlıyorum. Bir de, bütün mezelerin Türkiye olduğunu. “[Atatürk’ten bahsediyor] Aman efendim, adamın giyinişinden de belli! Çok zarif giyinir! Celal Bayar da İttihatçı ama bir yerde olumsuz rol oynamış. Atatürk’ü sevmiş ama sevmesi de bir tuhaf: ‘Onu sevmek taabbüddür’ diyor; yani ibadettir. Şu benzetişe bakınız! Diğer yandan, Menderes’i dizginleyebilirdi; ‘Şuna bakayım Adnan, şurayı çıkar Adnan’ diyebilirdi. Her şeye rağmen sen İttihatçısın!”

Bu arada tekerlekli iskemlenin kollarını kavrayıp kendini yukarı itiyor, bırakıyor, itiyor, bırakıyor. Fikir üretim sistemi her saniye çalışıyor ama, sindirim ve boşaltım sistemine yemek sırasında bile yardımcı olması gerek. “Türkiye’ye her şeyden önce demokrasi lazım. Biz ‘Önce sosyalist devrim’ diyerek doğru yapmadık. Geniş cepheyle demokrasi getirmek; bizim görevimiz budur. Kürt sorununda da mesele budur!”

“Sapına kadar” Kemalist ama birçoğundan bir farkı var: koskocaman bir vicdan. Ama belli belirsiz şikâyetçi de. Londra’ya Nazım üzerine konuşmaya davet etmişler, sorulara geçilecek, diyor ki: “Arkadaşlar, Nazım niye Kürt sorununa temas etmedi diye rica ederim soru getirmeyiniz. Anlattım: O bir bütün olarak Türkiye’de işçi sınıfının sözcüsüydü. Ne Türk, ne Kürt! Ülkeyi bir bütün olarak algılıyordu; o zamanlar öyleydi”. Sorular geliyor: “Saaayın Hocam, Nazım Hikmet ne içün Kürt sorunundan bahsetmemiştir, açıklar mısınız?”

Ütopya da yasak

Daha esprili şeylerden bahsedelim, ama espri bile traji-komik, bu memlekette. Bir 23 Mart günü Cumhuriyet’teki köşesinde “Nevruz Şenliğinde Diyarbakır” başlıklı bir yazı yazıyor özlemini ve ütopyasını dökebilmek için: “21 Mart Nevruz şenliğine gitmişim Diyarbakır’a. O binlerce insan orta yerde bir halaya yer açtı. Bütün meydan dönüyordu. Öğleden sonra bir panele katıldım. Sonra Dicle Üniversitesine gittik. Anlamlı bir şeye karar vermiş üniversite: Bir Kürt dili ve edebiyatı bölümü açmak! Akşamleyin, pek modern bir sinemaya götürdüler: Mem-u Zin vardı perdede. Kürtçeydi; altyazıları Türkçe…” Yazının çıktığı gün Diyarbakır birbirine giriyor. Başta YÖK, ne kadar resmî kurum varsa, üniversiteye cayır cayır telefon: “Nasıl bizim haberimiz olmadan davet edersiniz! Nasıl böyle hassas bir günde konuşma yaptırırsınız!”

Artık Türkiye’ye kesin dönüş yapmaya karar veriyor. Zaten bir gelişinde iskemlesiyle devirmişlerdi, bir bacağı kesilmişti. Şimdi de diline felç gelmiş vaziyette. Uyum sağlamasına yardımcı olur diye, bilgisayarcı arkadaşım Bülent’le bir bilgisayar ayarlıyoruz ona. Ağzından girip burnundan çıkarak razı ediyorum; çok heyecanlanıyor; ilk defa bilgisayar kullanacak, internete girecek.. DurDe’cilerden Cengiz modem işini halledecek. Ama sonuna erdiremiyoruz, sebebi önemli değil. Zaten hızla yokuş aşağı gitmeye başlayacak sağlığı. 

Ve tanışmamız…

Tanışmamızı anlatmadım hâlâ. Herkes gibi, adını çok duymuştum. Faşist bile olamayacak kadar zavallı bir manevi veled-i zinanın kurşunundan sakat kalmıştı. Öyle bir devir ki, emekli olduktan sonra atmışlardı, 1402’yle. 1982 sonu olmalı çünkü 1402’lik yapılışımın birkaç hafta sonrası oluyor, telefon çaldı, “Baskın kardeşim, nasılsın! Ben Server Tanilli!” Şaşkınlıktan geveliyorum: “Çok iyiyim ağabey, hürmetler ederim, asıl siz nasılsınız?” “Sağ ol kardeşim! Bomba gibiyim! Bunların nasıl rezil olduklarını gördükçe daha da iyi oluyorum! Dinle şimdi. Emekli olunca bir sürü ikramiye verdiler. Birkaç güne kadar avukatım sana bir havale gönderecek”.

Benim dilim tutulmuş, o 11 yaşındaki kızım Sırma’yı kastederek devam ediyor: “Kızımızın eğitim masrafları için, karşılamaz ama sana elli bin lira gönderecek avukatım!”. “Ben Fransızca ders veriyorum ağabey, kazanıyorum, lütfen…” “Baskın kardeşim! Ben bu ufak tutarı sana ağabeylik hukukunun bana verdiği yetkiye dayanarak gönderiyorum! Bu hukuk, sana hiçbir itiraz imkânı tanımaz! Lütfen bunu artık konuşmayalım! Anlat bakalım, şu sıralarda neler okumakla ve yazmakla meşgulsün!”

O elli bin lira çok doğurgan çıkacak. Beni kendime getirdikten başka, 1402’lik üç doçent arkadaşın ilk günlerine merhem olacak, sırayla. Hepsi teker teker geri verecek. Son olarak, içeri atılan dört arkadaşımıza gidecek, cezaevine. Her seferinde, ona telefonla bilgi vereceğim. Göğsü genişleyecek. “Sağ ol Baskın kardeşim!” diyecek…

Bunları yazdığımı duysaydı çok kızardı bana. Ama ağabeylik hukuku varsa eğer, ben de küçük kardeşlik hukukunun bana verdiği yetkiye dayanarak yazdım.