ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Gidenler

Türkiyeli Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler arasında, ne çok insan bir daha hiç geri dönmemek üzere bu memleketi terk etmek zorunda kaldı. Tarih boyunca kıstırıldığımız cenderenin içinde bunala bunala yaşamaya artık dayanamayıp hayatının geri kalanını bir başka ülkede sürdürme kararı alan ne çok akrabamız, tanıdığımız, dostumuz var.

Tercihten çok bir mecburiyet olan bu kararın nedeni, her şeyden önce “Bari çocuklarımızın geleceği kurtulsun” kaygısıdır. İnsana zaten değer vermeyen devlet, etnik veya dini kimliğiniz nedeniyle sizi sürekli aşağılamış, diğer vatandaşlardan ayırmıştır. Milliyetçiliğin en yüce değer, Müslümanlığın ortak payda kabul edildiği sistemin kurbanı olmuşsunuzdur; “Hiç değilse çocuklar benim yaşadıklarımı yaşamasın, itilip kakılmasın, adını değiştirmek, kimliğini saklamak, dini inancını gizlemek zorunda kalmasın” diye düşünürsünüz.

Avustralya’ya gittiğimde, oradaki Türkiyeli Ermenilerle sohbet ettiğimde dikkatimi en çok çeken şey, Türkiye’den ayrılmak zorunda bırakılmış bu insanların, göç etme kararlarının doğruluğundan şüphe duymamalarıydı. Yanlış anlaşılmasın, doğdukları topraklara karşı artık soğuk, mesafeli olmaları değildi bunun nedeni; aksine, pek çoğu Türkiye’yi yakından takip ediyor, özlüyor, okyanus ötesinde yeni bir hayat kurmuş olsa da doğduğu yerin havasını soluyordu. Ama bu ülkede gördükleri muamele o kadar ağırlarına gitmişti ki, eşit ve özgür bir şekilde yeni ülkelerinde yaşamaktan son derece memnunlardı. Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldıkları için, evet, acı duyuyor, ama pişmanlık duymuyorlardı.

İshak Alaton, 6-7 Eylül pogromuna Beyoğlu’nda yakalanan ve bunun ruhunda yarattığı ağır tahribat nedeniyle Türkiye’yi terk edip İsveç’e yerleşen kardeşi Bonjur Alaton’un hikâyesini Radikal’den Ezgi Başaran’a anlattı geçen Pazartesi (23 Ocak). 6 Eylül 1955 akşamı kitap almak üzere Beyoğlu’na çıkan, saldırgan güruhun akınını, sığındığı bir apartman girişinde uzunca bir süre seyretmek zorunda kalan, İTÜ’de asistanlık yapan, 25 yaşındaki Bon Alaton, o gün Türkiye’yi terk etmeye karar vermiş ve sonrasında da öz memleketine dair her şeyi hayatından silmeye çalışmıştı.

Gazetenin bir tür şaşkınlıkla, ender rastlanır bir macera olarak karşıladığı Bon Alaton’un hikâyesinin benzerleri Türkiyeli Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler arasında ne kadar yaygındır... Benim ağabeyim, onun dayısı, şunun teyzesi... Mari, Stelyo, Rebeka... Yunanistan’a, Fransa’ya, İsrail’e, Amerika’ya... Kimi arada ziyarete gelir elbet, ama 20 yıldır, 30 yıldır, 40 yıldır İstanbul’a ayak basmamış olanları o kadar çoktur ki.

Bu toprakların ortak kültürünün oluşumuna önemli katkıda bulunmuş, ondan beslenmiş, onunla yoğrulmuş bu insanların yeni bir ülkede sıfırdan hayat kurmaları, orada kök salmaları çok güçtür. Onlar bunu bilmiyor değildi. Ama bilmeleri gitmelerine engel olmamış, insanlık onurları, gördükleri muameleye daha fazla tahammül etmelerine izin vermemiştir.

Türkiye’nin rafineymiş gibi görünen ama birazcık kazıdığınızda altından kesif bir millet-i hâkime aklı çıkan şehirli üst-orta sınıf kültürünü paylaşanlara sorarsanız, gayrimüslimler, güzel bir yolculuğa çıkar gibi “bir gün” gitmişlerdir. Beyaz Türkler, kendilerini sonradan görmelerden ayırmak için ah edip iç çekerek gayrimüslimlerle dostluklarını anlata anlata bitiremeseler de, onların gidişine hayıflanır gibi yapsalar da, bu gidişin ardında yatan kendi rolleri üzerine bir an olsun düşünmezler. Dahası, onları topiğe, mezeye, birkaç şarkıya indirger, yitip giden insana salt insan olduğu için değer vermeyi denemez, yok olanın aslında ‘biz’ olduğunu anlayamazlar.

Daha önce yazmıştım; yurtdışında yaşayan birçok yakınım olsa da, ben 19 Ocak 2007 tarihine kadar başka bir memlekete yerleşmeyi hiç aklımdan geçirmemiştim. Ama o gün, ilk kez, bizler için, Türkiye’den gitmenin her zaman ihtimal dahilinde olduğunu bütün çıplaklığıyla gördüm. Bunu bize gösterdiler.

Hrant Dink de, İshak Alaton da, hayatları boyunca Türkiye’de bir arada yaşama umudunu canlı tutmaya çalışmışlardı. Bir gelecek hayalinin peşinden gitmişlerdi. Taşıdıkları bütün yaralara rağmen... Ama Türkiye onlar gibilerinin kıymetini hiçbir zaman bilmedi.

Fransız Senatosu’nun kararından sonra oluşan milliyetçi fırtınanın, Agos’a ulaşan ve masamın üzerinde duran hakaret ve küfür mektuplarının ortasında, elli küsür yıl önce İsveç’e yerleşen Bon Alaton’u çok daha iyi anlıyorum.

 

Çıkmaz yollar

Fransa’daki yasa tasarısı Aralık sonunda parlamento gündemine geldiğinde, bu tasarının yasalaşmasını neden istemediğimi anlatmıştım. Çok basite indirgeyerek tekrarlıyorum:

• ‘Türkler’, 1915’te ne yaşandığı kendilerine devlet tarafından yanlış anlatıldığı için, ‘bilmiyor’. Yani, bildikleri bir şeyi inkâr ediyor değiller. Devletin onyıllardır süren yalanlar üzerine kurulu propaganda sistemini düşünün. O sistemli inkârla doğup büyümüş insanları suçlamak, hiç de insani değil.

• Bu inkâr mekanizmasını üreten devlet olduğu halde, eğer bir ceza söz konusu olacaksa, neden Türkiye devleti cezasız? Kendisi de bir mağdur olan bireyin yerine, bu suçu işleyen ve inkârı sürdüren devletin cezalandırılması daha adil değil mi?

• Fransa gibi üçüncü tarafların yapması gereken, öncelikle yaşanan derin travmada kendi sorumluluklarını (örneğin, I. Dünya Savaşı sonrasında Ermenileri nasıl kullanıp attıklarını) sorgulamak olmalı. Türkiye’de bu konunun özgürce tartışılıp öğrenilmesini sağlayacak, demokratik bir zihniyet dönüşümüne en çok bu şekilde katkıda bulunabilirler.

Şahsen, bu tip yasaların çıkması için çalışan, bunun için zaman ve emek harcayan, Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve İslamofobi’nin yükselmesi nedeniyle başarıya da ulaşan Ermeni gruplarının, çok sığ ve dar bir siyaset güttüğünü, bu yolun çıkar yol olmadığını ve Türkiye’nin bu konudaki tavrını keskinleştirmekten başka bir işe yaramadığını düşünüyorum.

Buna karşılık, Türkiye’nin 1915’e ilişkin, AK Parti tarafından da hiç terk edilmeyen geleneksel tavrı sürdükçe, bu tip yasa ve kararlardan kurtulamayacağı, uluslararası ilişkiler anlamında sürekli zayıf bir noktada kalacağı ortada. Devlet, Türklerin ve Ermenilerin ortak iyiliği için, 1915’e ilişkin samimi bir hatırlama süreci başlatmadıkça, iki tarafta paranoya ve travmanın açtığı yaralar kanamaya devam edecek.

 

Etiketler

6 - 7 Eylül