ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Şoah’ı unutmamak

27 Ocak Yahudi Soykırımı’nı Anma Günü’nde, iki yıldır, devlet ricali, İstanbul’da Yahudi toplumunun düzenlediği törende temsil ediliyor. İki yıldır, Neve Şalom Sinagogu’nda, başta İstanbul Valisi ve Dışişleri Bakanlığı temsilcisi olmak üzere Türk yetkililer, insanlık tarihindeki en büyük kara lekelerden biri olan Şoah’ın kurbanlarını anıyor, benzer acıların tekrarlanmaması dileklerinde bulunuyor, bu yolda Türkiye devletinin gösterdiği çabaları anlatıyorlar.

Örneğin bu yılki törende, Dışişleri’ni temsilen bir konuşma yapan büyükelçi Ertan Tezgör, Türkiye devletinin, Nazi toplama kamplarından en büyüğü olan Auschwitz-Birkenau Müzesi Vakfı tarafından oluşturulan uluslararası fona katkıda bulunduğunu, Holokost’un anılması ve araştırılması konusundaki hükümetler arası faaliyetlere katıldığını, Claude Lanzmann’ın Şoah belgeselinin TRT’de yayımlanacağını vurguladı. Tezgör, “Bu katkılarımız ve katılımlarımız, insan tahayyülünün almakta zorlandığı Şoah’ın bir daha tekrarlanmaması için hatırasının yaşatılması amacını gütmektedir” sözleriyle, yeni nesillerin yaşananları ilk ağızdan öğrenmeleri için çaba gösterdiklerine dikkat çekti.

Buraya kadar anlatılanlar, kesinlikle olması gerekendir, sonuna kadar doğrudur. Geç atılmış adımlardır ama yine de desteklenmelidir. İddia edilenin aksine güçlü bir Yahudi karşıtlığının olduğu Türkiye’de, Holokost kurbanlarının devlet tarafından anılması, zamanla geniş kitleler üzerinde olumlu etki gösterecektir muhakkak.

Ancak elbette, aklımıza otomatikman, Holokost kurbanlarını anmaya katılanların, 1915’te bu topraklarda katledilen Ermeni ve Süryanilerin başına gelenleri inkâr etme politikasından bir milim bile sapmaması geliyor. Avrupa’da yaşanan büyük felaket (Şoah) hatırlanır, kurbanları saygıyla anılırken, bu topraklar üzerinde vuku bulan büyük felaketin (Medz Yeğern, Seyfo) kurbanlarının anısına saygısızlığa devam ediliyor, geride kalanların acısıyla alay ediliyor.

Burada büyük bir riya var. Ama her riya gibi, riyakârın ayağına dolanma potansiyeli taşıyan bir riya... Zihinlerde “Madem Yahudilerin uğradığı katliamları lanetliyoruz, o zaman neden 1915’te olanları reddetmek için bu kadar şiddetli bir çaba gösteriyoruz?” sorusunu uyandıracak bir riya... Çünkü akıl o tezatları, o çelişkileri, o tuhaflıkları görür, orada yuvalanır ve sorular sorar. Böyle altı oyulur yalanların. Böyle ortaya çıkar gerçekler.

İsrail’le ilişkilerdeki gerginlik, “Yahudilere karşı kompleksimiz yok” deme çabası, azınlık haklarına saygılı bir imaj çizme uğraşı... Nedeni her neyse, hiç önemli değil. Türkiye, Yahudi Soykırımı kurbanlarını anmalı, onların anısına saygı göstermeli ve benzer felaketlerin hiç unutulmamasını sağlamalı.

Bu alışkanlığın kökleşmesi, bu topraklardaki, başta 1915 olmak üzere bütün acı olayların hatırlanmasını sağlayacak, er ya da geç...

 

Çırpınıyor ama

‘Türkiye Türklerindir’ amiral gemisinin sabık kaptanı Ertuğrul Özkök, “Uğur Mumcu’yu kim öldürttü?” diye sormuş yazısının başlığında. Sonra da, saymış da saymış, Mumcu’yu kıyasıya eleştirenlerden Rauf Tamer mi, yoksa Nazlı Ilıcak mı, Ahmet Kabaklı mı, Ergün Göze mi?

Manipülasyonun ve çarpıtmanın ustası olduğu için –çünkü 20 yıl boyunca Hürriyet’te bunun doktorasını 20 kere verdi– demek istemiş ki, basın camiasında eleştiri normaldir; demek istemiş ki, bu isimler zamanında Uğur Mumcu’yu eleştirdiği için eğer “katil, azmettirici” gibi sıfatlarla anılmıyorsa, ben neden Hrant Dink cinayetinde suçlanıyorum?

Oysa tam bu yazısında yaptığı gibi, insanların adını kendi işine geldiği gibi yan yana getirdiği, onları amacı doğrultusunda kullanabileceği birer araç olarak gördüğü, kendini haklı çıkarmak için yalan dolana başvurmaktan çekinmediği için suçlanıyor. Hrant Dink’in adını da, Uğur Mumcu’nun adını da kullanmaktan bugün bile vazgeçmediği için.

Oysa hepimiz, meselenin, onun Hrant Dink’i eleştirmesi, onunla aynı fikirleri paylaşmaması olmadığını biliyoruz. Mesele, yukarılardan kendisine verilen işaret doğrultusunda Hrant Dink’i hedef haline getirme sürecinin liderliğini üstlenmesiydi. Mesele, Türkiye’yi bu tip cinayetlerin kolaylıkla işlenebileceği bir ülke haline getirmek için elinden gelen hiçbir fırsatı kaçırmamasıydı. Ahmet Kaya’ya yaptığı gibi, bir insanın üzerine çarpı işareti atmaktan hiç çekinmeyen, olmayan gazeteci ahlakıydı. “Vay şerefsiz!” diye manşet atarak linç kampanyalarının motoru olma müptezelliğiydi.

Debeleniyor, adını temize çıkarmaya uğraşıyor, ama 19 Ocak 2007’nin hemen ertesinde kalem aldığı, katille ‘empati’ yaptığı yazılar daha çok taze. Gözündeki yaş henüz kurumamış Ermeni aydınlara aba altından yeni sopalar gösterdiği günler çok yakın. Orada, arşivde duruyor yazılar. İşte o yazılar ve daha niceleri yüzünden, katillerin suç ortağı olarak görülüyor. Hep de öyle görülecek.

 

Arzruni’nin emeği

Bir avuç kalmış Ermeni toplumunun sanat alanındaki en önemli değerlerinden biri Şahan Arzruni. Üretimin hiçe yakın bir seviyede olduğu, cemaat dışında hiçbir geçerliliği olmayacak sanat eserlerinin ‘yüksek sanat’ muamelesi gördüğü, ‘ben sen bizim oğlan’ değerleriyle bezeli küçük kültür ortamımızda, araştıran, öğrenen, üreten, arayan, deneyen bir yaratıcı.

Bir süredir, müzik setinde, onun Kalan Müzik’ten çıkan Gomidas albümü dö- nüyor sürekli. Büyük kompozitörün piyano için bestelediği tüm eserlerini icra eden Şahan Arzruni, trajik yaşamöyküsünden ötürü daima putlaştırma eğiliminde olduğumuz Gomidas’ı anlama ve Türkiye’ye anlatma yolunda çaba gösteriyor. Siyaset tarafından dumura uğratılmış anlamlar dünyamızda, acı içindeki aydın din adamı portresinin cazibesi sanatının çoktan önüne geçmiş olan Gomidas’ı eserleriyle yeniden değerlendirmek, onu asıl yaşatacak olan çabadır. “Gomidas kendi müziğinde Debussy’nin şiirsel yansıtıcılığını, Bartok’un güçlü mantığını, Satie’nin süssüz cazibesini ve Anton Webern’in anlatımcı sadeliğini bir araya getirmiştir. Yine de, büyük usta tamamen kendine özgü bir sanatçıdır” diyen Arzruni de buna inanmış görünüyor.

Şahan Arzruni’ye ve bu albüme emeği geçen herkese teşekkür etmek, Gomidas’ı sevenlerin gönül borcudur.