OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Toros Batak ve tarihi sorumluluk

Toros Batak’ın ölümü, vakıf sistemimizi haklı olarak sorgulayan bir tartışma başlattı. Neden bu ölüm bu kadar ‘garipsendi’, neden kendi çapında bir infial uyandırdı? Tabii ki bunda ölüm biçiminin de (sokakta bir sandalye üzerinde ve hastalıktan bitkin bir şekilde) payı var ama asıl önemlisi, bu ölümün, ‘varlık içinde yokluk’tan ve Türkiye Ermeni toplumunun kaynaklarını elinde bulunduranların (yalnız hastane değil tüm kaynaklardan bahsediyorum), en hafif tabirle, hatalarından ve inatlarından kaynaklanan bir ölüm olduğuna inanılmasıdır. Yoksulluk, hele hele yoksulluktan ölmek, hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiç kimse için kabullenilmemesi, kanıksanmaması gereken bir durumdur ama bu bir de Türkiye Ermenileri gibi, kaynakların yönetiminin şeffaf olmadığı bir toplulukta gerçekleşirse, vicdanlar isyan ediyor. Vakıfların yöneticileri ile toplum arasında derin bir güven bunalımı var. Örneğin Toros Batak olayında, Surp Pırgiç Hastanesi yöneticileri, kendisini kabul edemediklerini, çünkü hastanede yer olmadığını söylediler. Evet, belki gerçekten yer yoktu ama sorun şu ki buna inanılmadı. Gerek kamuoyuna yansıyan görüşler, gerek benim şahsen konuştuğum kişiler “Nasıl olur da bir kişiyi yatıracak yer olmaz?” fikrindeydiler. Altını bir kere daha çizeyim, burada üzerinde durduğum nokta hastanede gerçekten yer olup olmadığı değil. Niyetim özel olarak hastaneyi tartışmak da değil (ama anlaşılıyor ki Surp Pırgiç Hastanesi nedir, nasıl, hangi ilkelere göre çalışmalıdır, öncelikleri ne olmalıdır soruları temelinde ciddi ve kapsamlı bir tartışma yapmak gerekiyor, o ayrı). Hastane tıka basa dolu olabilir ve bir kişilik dahi yer olmayabilir. Fakat, örneğimizde hastane yöneticilerinin, ama aslında bütün vakıf yöneticilerimizin, özellikle de vakıf gelirleri belli bir seviyenin üzerinde olanlarının, kendilerine sormaları gereken soru şu: “Neden sözümüze inanılmıyor, niye güven telkin edemiyoruz?” Zira hepimiz biliyoruz ki halkta, ama haklı ama haksız, vakıfların gelirleriyle ilgili yolsuzluğun, rüşvetin, komisyonun çok yaygın olduğuna dair bir kanaat var. Her gün farklı bir gayrimenkulle ilgili başka başka şaibeler kulağımıza geliyor. Daha evvel de söylediğim gibi, insan bilemiyorsa, göremiyorsa uydurur. Ama bunun sorumluluğu da yaptıkları her işlemi en ince ayrıntısına kadar toplumla paylaşmayan yöneticilerdedir. Öte yandan, bu güven bunalımının bir geçmişi var, dolayısıyla bütün sorumluluğu mevcut bir-iki yönetime yüklemek de haksızlık olur. Kaldı ki, bu bir sistem meselesi; sistemin kendisi güven telkin etmiyor. Oturup her şeyi yeni baştan düzenlememiz gerekiyor.

Peki, bunu neden yapalım? Neden ‘her koyun (vakıf) kendi bacağından asılmasın’? Eğer Türkiye’de mesela 500-600 bin Ermeni olsaydı, Ermeni kimliği yok olma anlamında ‘yakın ve açık bir tehdit’ altında bulunmasaydı, müesses nizam Ermeni kimliği ve kültürü üzerinde geçmişten gelen ve hafiflemekle birlikte bugün de devam eden bir baskı kurmamış olsaydı, “Herkes nasıl biliyorsa öyle yapsın” derdim. Ama Allah kahretsin ki tarih bizi zamanın bu noktasına getirip, bir varoluş mücadelesinin son direnç noktası olma durumunda bıraktı. Bir gerçeği açıkça söyleyelim: Türkiye Ermeni toplumu olarak ‘yoğun bakım’dayız. Bu yoğun bakımdan sağ çıkıp çıkamayacağımız, devlet ve siyaset gibi doğrudan kontrol edemeyeceğimiz faktörlere bağlı olduğu kadar bize de bağlı. Buradan çıkma ihtimalimiz var, yeter ki koordineli, yardımlaşmalı, sistematik (ama yeni bir sistem) düşünelim ve davranalım. Devletimiz sağ olsun bizi ‘azalttığı’ için, bunları yapmamız daha kolay. Azlığımızı avantaja çevirebiliriz.

Bırakın artık küçük hesapları, ve tarihin omuzlarınıza yüklediği sorumluluğu fark edin. Gelecekte tarih kitapları şu iki ifadeden birini yazacak: “Türkiye’de Ermeniliğin son izleri de soykırımdan bir buçuk asır sonra, 21. yüzyılın sonlarında silindi gitti” ya da “20. yüzyılda bir soykırım ve baskı süreci yaşamış olan Türkiye Ermeniliği 21. yüzyılda adeta küllerinden doğdu.” İşte yolun çatallaştığı bu noktada hangi yoldan gideceğimiz biraz da bize bağlı. Tercihimiz birinciyse, hiçbir şey yapmaya gerek yok, gidişat oraya zaten. Ama birinci yolun, yani ‘yok oluşun büyük liderleri’ olmaktansa, ikinci yolun ‘isimsiz kahramanları’ olmak daha iyi değil mi? Nihayetinde hepimiz ölümlüyüz ama kaybetsek bile tarihe ‘onurlu bir toplu direniş örneği’ olarak geçmek var. Her koyunu kendi bacağından asarak bunu yapamayız.