BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Bir yıkımın öyküsü

Bugün her şeyi bir yana bırakıp, içimi pek yakan bir yıkımın öyküsünü yazmak istiyorum size. Elbette ki ben de her Ermeni gibi Pazar günü Taksim’de gerçekleşen aşağılayıcı mitingin, neden ve sonuçlarının bilincindeyim ama o konuyu deşme arzusunda değilim. Ortalık yeterince karışık, duygular da öyle. Kendiminkileri de yazsam ne değişecek? Başka bir konu seçtim.

Efendim, “Her evin anlatacak bir öyküsü vardır” derler. ‘Ev’ derken haneyi kastederler, oysa her binanın içinde, her şekilde birçok yaşam alanı vardır ve hepsi birlikte içinde bulundukları binanın öyküsünü oluştururlar.

Bence her binanın bir kimliği ve ruhu vardır. Temelinin atıldığı andan başlayarak gün gün, ay ay, yıl yıl biriktirir içinde yaşananları. Sonra sindirir ve kendine has bir kimlik oluşturur. Kiminin duvarları arasında koca bir tarih saklıdır. Bazen yüzüne akseder, önünden geçerken hissedersiniz, bazen de hiç belli etmez, kapısından girdiğiniz ana kadar anlamazsınız.

İstanbul’da çok var onlardan... Kimini sıkça görmekten kanıksarız, kiminin zaten göz hizamızdaki görünümü değişmiştir. Kendisine uymayan bir kılığa bürünmüş insanlar gibidir. Başımızı iyice kaldırıp bakmalıyız, karşı sıraya geçip. Beyoğlu’nda yürürken olur hani, bin kere önünden geçip de fark etmemişken, “Yahu, ne güzel binaymış bu” deriz birden hayranlıkla, şaşkınlıkla.

O binalardan bazılarına yeni kimlik yakıştırır, köhneyip yok olmasınlar diye uğraşırız. Onarırız... Ki ancak, asıl kimliğiyle çelişmezsek, ruhunu incitmezsek başarılı oluruz. Bazılarını da hiç acımadan yok ediveririz. Yerine kimliksiz, kişiliksiz, yepyeni bir para makinesi kondurmak için. Büyük kolaylık. Zaten tarihi pek sevmeyiz. Hepten yok olsa daha iyi.

Eski binalara olan ilgimi dostlarım bilir. Her birinin öyküsüyle kitaplar doldurasım gelir. Onlardan birinin yıkımını evimin penceresinden izledim. Günlerdir boşalan yerine bakıyorum hüzünle, kafamı meşgul edip duruyor. Bari yazayım dedim.

Tam dört yol ağzında, üç cepheye hâkim, tek bir kat ve çatıdan oluşan, eski, taş bir binaydı. Biblo gibiydi ve Bomonti semti ‘Bulgar Çarşısı’ olarak anıldığından beri oradaydı. Ne kadar eski olduğunu bilmeye benim yaşım yetmiyor, babam yaşasaydı onun yaşı da yetmezdi. Kebapçı, bakkal, kuruyemişçi emlakçı gibi birkaç dükkândan ibaretti son yıllarda. Eskiden neydi, ne için yapılmıştı bilmem. Dükkân tabelaları tüm cephesini kapladığından, söküldüklerinde fark ettim zaten biblo gibi olduğunu.

Önce binanın satıldığını duyduk. Sonra esnaf bir günde şıp diye dükkânlarını boşalttı. Arkasından hemen tabelalar söküldü ve binanın esas yüzü bütün güzelliğiyle ortaya çıktı. Çıplak hali pek güzeldi. Çatısında yuvarlak, etrafları motifli pencereler vardı. Keşke hiç soymadan, aslı ortaya çıkmadan yok ediverselerdi. Ya da ben görmeseydim, devekuşu misali başımı kuma gömüp. Hele yıkılışını hiç görmeseydim. Öyle hazindi ki...

Bir sabah her yerden duyulan müthiş bir gümbürtüyle irkilerek pencereye koştum. Vaay, demek ilk darbeyi vurmuşlardı. Önünde, boynunu her yana çevirebilen ve yırtıcı dişleri olan bir canavara benzeyen, dev bir alet duruyordu. Üzerinde ‘içilmez’ yazan bir su tankeri de çaprazda yolun bir yanını trafiğe kapamıştı. Tepesinde genç bir çocuk, hortum elinde bekliyordu. Az sonra tozu dumana katacaklardı zahir. Tam köşeye ilk darbeyi yiyen minik bina, tek bacağı kırık ama hâlâ dimdik ayaktaydı. Gönlüm bakmak istemiyordu, meraklı yanımsa bir tarihin yok edilişine tanıklık etmekte ısrarlıydı. Anlaşıldı, eziyet edecek bu bana. Pencerenin önüne çakıldım.

Sonra canavar iyice yaklaştı, başını iyice kaldırdı, tevekkülle bekleyen tarihin tam tepesine bi indirdi. Aman Tanrım! Ortalık bir anda toz duman... Ve tankerin üstündeki çocuk, anında görevini ifa ederek faşır faşır sular fışkırttı. Binanın ruhu acı çekerken binlerce anı uçuştu dört bir yana. Kimi rüzgârla savrularak gitti, kim bilir belki asıl sahiplerini bulmaya, kimi de sularla birlikte süzülüp toprağa karıştı. Onlar kalacaklar yeni binanın temelinde sonsuza kadar. O heyula alet, birkaç darbe sonra harr diye çıktı enkazın tepesine, tank misali paletlerinin üstünde dönerek ezdi ezdi, artan, sarkan her şeyi.

Elimde olmadan gözlerimden yaşlar süzülürken, etrafta toplanmış kalabalık adeta eğleniyor gibiydi. Sonra köşede sessizce izlemekte olan komşum manav Mehmet’i gördüm. Bir tek onun yüzünde hüzün vardı, belki de gözünde yaş... Uzaktan seçemedim. Bir tek o bu mahallede büyümüştü.

Göz hastanesi olacak dedilerdi... Otel olacakmış. Oluversin. Zaten bu minicik bina tarih açısından ne ki... Daha koskoca Bomonti Bira Fabrikası var. Zaten tarih dediğin ne ki... “Yok ol” dersin yok olur.

 

bercuk@berberyan.com