ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Okullarda kalite nasıl yükselir?

Türkiye Ermeni toplumunun güncel sorunlarını tartışmaya devam. Bu, altıncı yazı. Geçen hafta, Ermeni okullarının sorunlarını konuşmaya başlamıştık.

Okullarımızdaki sorunların çözümü için, yetki sahibi bir merkezi kurulun, tüm Ermeni okullarında eğitim programını yönlendirebileceğini, materyal, kadro, yöntem, bütçe gibi konularda bir plan ve proje oluşturabileceğini söylemiştim geçen yazıda. Buradaki amaç, toplam 3000 öğrenciye sahip 18 okulun karşılaştığı ve kendi kıt kanaat imkânlarıyla çözüm ürettiği sorunlara, merkezi bir ‘akıl’ın deva aramasının sağlayacağı kaynak tasarrufuydu.

Büyük yapılarda merkezileşme hantallık doğurabilir, ancak 3000 öğrencili bir sistemi çekip çevirmek o kadar da zor olmayacaktır. Aksine, tüm okulları birlikte düşünme perspektifi, daha etkin ve başarılı bir okul ağına sahip olmamızı sağlayabilir. Şu an mevcut olan başarılı örnekleri çoğaltmak ve daha da ileri götürmek için, böyle bir yapıyı oluşturmak ve görevi de uzmanlara teslim etmek şart gibi görünüyor.

Bugün herkes, başarının sadece üniversite sınavıyla ölçülmesinden şikâyet ediyor. Eğer eğitimin asli amaçları konusunda iddialıysanız, ortaya tatmin edici veriler koyabiliyorsanız, haklı görünen bir şikâyet bu. Burada kasıt, şüphesiz ki, kendini iyi ifade edebilen, anadilini ve öğrendiği diğer dilleri iyi kullanabilen, ayakları üzerinde durabilen, analitik düşünme yeteneğini kazanmış, soru sorabilen, kendine güvenen bireyler yetiştirmek olmalı. Buralarda çok başarılı olduğumuz söylenemez. O zaman da, üniversite sınavında başarı, tek geçerli kriter olarak kalmaya devam ediyor haliyle.

Okullarımızın önemli bir sorunu, öğretmen kadrosuyla ilgili. Yıllar yılı özveriyle çalışan ama artık emekliye ayrılması gereken çok sayıda eğitimcinin yerinin doldurulması için, Aydın Üniversitesi ile yapılan işbirliği sonucunda bir grup gencin sınıf öğretmenliği eğitimi alması önemli bir adımdı. Ama yeterli olmayacak gibi görünüyor. O gençleri ve göreve alınacak diğer öğretmenleri, iyi hazırlanmış bir programla Ermeni okullarına iyi hizmet verecek düzeye getirmek gerekiyor.

Ermeni okullarında anadili eğitiminin düzeyi, önemli bir sorun. Veliler çocuklarını, Ermeni kültürünün temel öğelerini alsın diye Ermeni okuluna gönderiyor. Buna karşın bazı velilerin anadili önemsediği, bazılarının ise bunu adeta bir yük olarak gördüğü biliniyor. Bu sorunu çözmek için, her şeyden önce çocuklara ve ailelerine Ermenicenin neden önemli olduğunu anlatmamız gerekiyor. Bundan sonra da, çocukları sıkmayacak, onları anlamadıkları metinleri okumaya veya ezberlemeye zorlamayacak, Ermenice konuşup okumaktan zevk aldıracak bir yaklaşım benimsememiz gerekiyor. Öğretmenler Vakfı’nda öğretmenlere anadil eğitimi konusunda ders veren Garabed Dakesyan’ın bu konudaki uzmanlığı ve çağdaş yaklaşımı, önümüzdeki yıllar adına, bu konuda umutlu olmamızı sağlıyor. Dakesyan’a ve diğer uzmanlara gerekli hareket alanı ve yetkiyi sağlayarak, çocukların Ermeniceyle kendilerini iyi ifade edebilmelerini, okuduklarını anlamalarını sağlayabiliriz. Ve sanırım mevcut koşullar altında bu da az şey değil.

Ülke siyasetini sarsan eğitimde 4+4+4 uygulaması, Ermeni toplumunda da uzun süredir konuşulan mesleki eğitim tartışmasını tetikleyecektir. Üniversiteyi kazanamamış veya iş olsun kabilinden bir bölüme girmiş, hiçbir mesleki eğitimi olmayan gençleri, okul sonrasında orta yerde öylece bırakmak yerine, uygun bir çağda onlara uygun eğitimi vererek, hayatlarını kazanmaya hazır bir halde mezun etmek, eğitimin temel borcu olmalı.

Ermeni okullarında, Osmanlı döneminde aksi yönde çok sayıda örnek olmasına rağmen, şu anda hiçbir mesleki eğitim kurumu yok. Bu açık ihtiyacı pek çoğumuz görüyoruz, geçtiğimiz aylarda Agos için konuştuğumuz pek çok eğitimci, bu soruna işaret ediyordu zaten. Buna rağmen harekete geçememiş olmamız, yine aynı plansızlık ve programsızlığın sonucu. Eğitim alanında söz sahibi olacak merkezi bir kurul, işte bunun gibi sorunları çözmek için gerekli.

Haftaya: Eğitimin finansmanı

1 Mayıs notlarım

• İşçi bayramının bir kez daha şenlik havasında geçmesi, normalleşme adına değerli. Farklı grupların  kavgasız gürültüsüz yan yana durabilmeyi başarabilmesi, farklı talep ve fikirlerini dile getirmeleri ve yaratılan çok sesli manzara, bugüne dek devlet tarafından sürekli üretilen korkuların artık geçerliliği olmadığını gösteriyor herkese.

• Bence 1 Mayıs’ın bayram ve şenlikten öteye, daha somut bir anlamı da olmalı. Ülkede sosyal hakların durumu malum ve tüm toplumu enine kesen bir durum bu. Buna karşın, hak mücadelesinin vaziyeti hiç de iç açıcı değil. Sorunlar geniş kitlelere duyurulamıyor. Oysa 1 Mayıs, özellikle barışçı bir havada geçtiğinde, müthiş bir imkân sağlıyor. Televizyonlar bütün gün canlı yayında, ülkede neredeyse başka haber yok, herkes meydanlara bakıyor. Öyleyse, şimdi olduğu gibi kürsüde nafile nutuklar atmak yerine, iyi bir planlamayla, tüm ülkenin aklında kalacak, 3-5 çok somut sorunu, insanların anlayacağı basitlikte iletebilmek de mümkün olmalı. Bu 3-5 cümle, geriye kalan 364 günde hak mücadelesinin derinleşmesini sağlayacak bir imkân oluşturabilmeli. 1 Mayıs, her zaman, mevcut şartları bir tık yukarı taşıyacak bir işleve sahip olabilmeli. Şu anki durumda, milyonlarca insanın kulağına küpe olacak böyle bir söz dizgesine sahip değil hak mücadelesi.

• 1 Mayıs, bir yanıyla da, bir grup solun bildik sorunlarını açık ediyor. Alanda görünme, kendi bayrağıyla, flamasıyla öne çıkma yarışı; anlamsız rekabetler; ölüm ve önder yüceltmeleri; otoriter ve militarist hal ve tavırlar sergileyen gruplar… Yeni bir sol tartışmasına katkıda bulunamayacak, Türkiye’ye özgü bir siyasi çorba hali.

• 1 Mayıs’ın en dikkat çekici grubu Anti-Kapitalist Müslüman gençlik oldu. Tüm televizyonlar, gazetelerde onlar vardı. Latin Amerika’nın güçlü Hıristiyan devrimci damarını hatırlatıyorlar. Umarım ki, gelişerek, çoğalarak büyür ve sosyal hak arayışına katkıda bulunurlar. Bu vesileyle, solun en büyük sorunlarından birine, solcuların dine ve inanan insanlara bakışına dair bir farkındalık ve tartışma alanı yaratılabilirse, bu bile önemli bir katkıdır.

• Son olarak, Türkiye solunun 1915’e ilişkin ödenmemiş vebali konusunda, birer hafta arayla, 24 Nisan ve 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nın fotoğraflarına bakmak yeterli. Aradaki farklılık o kadar çok şey anlatıyor ki…