ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Şahsi şike muhasebem


Şike soruşturmasının açıldığı günlerde, bu köşede, kendi taraftarlık ve çocukluğumdan gelen Fenerbahçelilik hikâyemi anlatmış, çokça üzüntü ve utançla, yüreğimden, eğer Fenerbahçe şike yapmışsa, bir an önce gerekli cezayı alıp, gerekirse küme düşüp, aklanıp paklanarak yeniden geri dönmesinin geçtiğini yazmıştım.

Köprünün altından çok sular aktı ve bazı maçlarda şike girişimi tespit edildiği halde Fenerbahçe’ye değil bazı yöneticilerine hak mahrumiyeti cezaları verildi. Şimdi UEFA’nın bu karara ne diyeceği, Fenerbahçe’ye veya Türkiye’ye bir ceza verip vermeyeceği bekleniyor. Gerçi, Başbakan Erdoğan’ın devreye girip VEFA Başkanı Platini’yle konuşması ve Türkiye’nin 2020 Avrupa Şampiyonası’nın tek adayı olması, UEFA’nın meseleyi geçiştirebileceğini düşündürüyor ama, göreceğiz.

Temmuz’da “Fener düşsün, temizlenip geri dönsün” diye düşünen biri olarak şu anda ne düşünüyorum?

Birincisi, aynı iç sıkıntısı ve utancı duyuyorum hâlâ. Ama sahadaki futbolla, takımla sevgi bağımda bir değişme yok. Bu bağlılıkta sanırım en büyük pay, Aykut Kocaman’ın. Eğer takımın başında o olmasaydı, böyle düşünmem çok zor olurdu.

İkincisi, Fenerbahçe yaklaşık bir yıldır inanılmaz bir direnç gösterse de, gösterilen tavrın, Aziz Yıldırım’ın adeta Tanrılaştırılmasının patolojik bir hal olduğunu düşünüyorum. Temiz bir adam olduğuna inanmadığım Yıldırım’ın her dediğinin doğru kabul edilmesi, Fenerbahçe’nin geleceği adına iyi sinyaller vermiyor. Yıldırım, ancak kendisininkiyle birlikte bütün sistemin pisliklerini anlatsaydı, etraflı bir temizliğin yolunu açabilirdi, ancak böyle bir yol izlemedi. Kulübün çıkarlarını savunur gözükürken kendi çıkarını Fener’inkiyle özdeşleştirerek kulübünü ateşe atmış oldu.

Üçüncüsü ve Temmuz’dan farklı olanı şu: Bugün Fenerbahçe’nin küme düşmesini veya ağır bir ceza almasını içime sindiremiyorum. Çünkü bütün süreç, Türkiye’de futbolun kiri pasıyla yüzleşmek ve yeni bir başlangıç yapmak yerine, Fenerbahçe’nin çökertilmesi mantığıyla işletildi. Diğer kulüpler ve güç odakları bunu Fenerbahçe’yi bitirmek için bir fırsat olarak gördüler. Örgüt üyeliği gibi saçma bir suçlama ürettiler. Basındaki tetikçiler ortamı manipüle etmek için ellerinden geleni yaptı. Sistem ise, aksine, ekonominin işlemesi, çarkların dönmesi için, Fenerbahçe’yi kurtarmak amacıyla hareket etti. Böyle hesapçı bir ortamda, bütün takımların geçmişte şike yaptığı apaçık ortadayken, sadece Fenerbahçe’nin kurban edilmesine gönlüm razı gelmiyor.

“Biz futbol ailesi olarak şapkamızı önümüze koyuyoruz, suçlarımızı itiraf ediyoruz, şu kadar yıl Avrupa kupalarına kendi isteğimizle katılmıyoruz ve yepyeni bir başlangıç yapıyoruz” türünden bir karar alınsaydı futbol temizlenirdi. Böyle yapılmadı. Bütün o kir pas içinde ben çocukluk aşkım Fener’i sevmeye devam ediyorum. Ama hapisten bir an önce çıkmasını dilediğim Aziz Yıldırım gibiler gelecekte Fener’den ne kadar uzak olursa, o kadar mutlu olacağım. 

Okulların finansmanı  meselesi

İstanbul’daki 18 Ermeni okulunun yönetiminde yetki sahibi olacak bir üst kurulun, halihazırda dağınık halde verilen çabaların birleştirilmesini sağlayacağını ve hem enerji tasarrufu, hem de etkinlik sağlayacağını belirtmiştik. Bu kurul, bütün okulların yönetimini elinde tutan değil, eğitimde izlenecek ana yollara, metodlara dair karar alan ve bunların uygulanmasını gözeten bir yapı olmalı. Her okul kendi idari kadrosuna sahip olmayı sürdürmeli, ama eğitim, ders materyali, öğretmen kadrosunun mesleki donanımı ve diğer konularda üst kurulun yönlendirmelerine uygun hareket etmeli.

Hiçbir yapı, ekonomik bir dayanağı olmadan ayakta kalamaz. Merkezi koordinasyon amacıyla kurulmuş veya kurulacak bir organizasyonun ekonomik altyapısının da mutlaka üzerinde uzlaşılmış bir temele sahip olması gerekir. Ekonomik temel ve bunun üzerine örülecek bir yönetim şeması olmadıkça, herhangi bir cemaat kurumu, sorunlara çözüm üretemez.

Dolayısıyla, eğitimi planlayacak merkezi üst yapının da bir ekonomik temeli olmalı. Bu temel de, Ermeni toplum kurumlarının ortak bütçesi içinde tahayyül edilmeli. Oradan eğitime ayrılacak pay bu üst kurul tarafından yönetilmeli; hem eğitimin merkezi planlanması için harcanmalı, hem de okullara ihtiyaçları ölçüsünde dağıtılmalı. 

Okullarımızda 3000 öğrenci öğrenim görüyor. Bugün bize sorunları çözümsüz görünen sorunların, aslında, bir kampüs mantığıyla düşünüldüğünde, pekâlâ yönetilebilir olduğu üzerinde uzlaşmamız gerekiyor. Kendi başına şu ya da bu okul değil, hepimizin olan bütün okullar önemli. Bunlar arasında düzey farkının mümkün mertebe giderilmesi ve eğitim kalitesinin yükseltilmesi için projeler üretmek zorundayız. Bunun için gerekli finansmanı sağlamak şart. Bu 18 okulun ortalama ihtiyacının yıllık 1 milyon TL olduğunu varsayarsak, 18 milyon liralık, ya da 10 milyon dolarlık bir bütçeye ihtiyacımız var demektir.

Eğitimin finansman kaynakları belli. Bugün bu yük vakıfların gayrimenkul gelirleri, velilerin ödediği ücretler ve yapılan bağışlar arasında paylaşılıyor. Bağışların büyük kısmını da bir grup hayırsever yüklenmiş durumda. Ancak bu ‘hayırseverlik‘ kurumunun gelecekte çözüleceğine öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Zaten varlığını sürdürmesi de gerekmiyor, çünkü iyi yönetilmesi halinde, Ermeni kurumlarının gelirleri, kilise, okul, dernek, spor kulübü gibi yapıların harcamalarını karşılamaya yeter.

Hem mevcut hükümetin geçmişte gaspedilen vakıf mülklerinin bir kısmını iade etmeye yönelik siyaseti, hem de İstanbul’un uluslararası bir ticaret merkezi haline gelmesi ve kentsel dönüşüm projeleriyle vakıfların sahip olduğu gayrimenkullerin giderek daha fazla gelir getirmesi sayesinde, bugün 20 yıl öncesine nazaran kurumsal olarak çok daha geniş ekonomik olanaklara sahibiz. Akılcı davranılması halinde gelecekte bu durumun çok daha olumlu bir tabloya dönüşmemesi için hiçbir neden yok.

Şu anda, gayrimenkul gelirleri sayesinde Surp Pırgiç, Ortaköy ve Beyoğlu vakıfları, diğer kurumlarımıza destek olabilir haldeler. Şişli’deki binası bittiğinde, bu vakıflara Karagözyan da eklenecek. Sadece bu dört büyük vakfın gelirleri bile, eğitim ve diğer ihtiyaçları karşılayacak seviyede. Beyoğlu’na bağlı Tokatlıyan İş Hanı için konuşulan aylık 250-300 bin Euro’luk geliri düşündüğümüzde, bundan böyle vakıfların ekonomik sorunlardan şikâyet etmenin, ancak, kötü yönetimle, kötü niyetle ve çözümü engellemekte inat etmekle mümkün olabileceğini daha iyi anlarız. Bunun vebali ise hepimizin boynundadır.

Yeniden yapılanmaya bu yüzden mecburuz. Eldeki köhne yapıyla devam etmemiz mümkün değil. Çünkü kurumlarımız ve kültürümüz kan kaybederken, bazı şahıslar hepimizin olan kaynakları kendi ceplerine doldurmakla meşgul.

Haftaya: Dernekler