BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Küçük büyük nice hayat

Küçük büyük nice hayat, sona erer vakti geldiğinde. Kimi yeri göğü sarsarak derin izler bırakır kitlelerde, kimi yiter gider sessizce, izi kalmaz geride. Her birinin acısı kendince... Ya dünya ağlar ardından, ya yalnızca cürmü kadar yeri yakar. Kiminin varlığı da yokluğu da kimselere dert değil, karınca olsa üstüne yanlışlıkla basılmış, o kadardır yokluğunun önemi. Ki koca evrende her birimiz bir toz zerresi bile değiliz. Karınca kadar bile değil cürmümüz.

Kendi hayatlarımızı yaşarken, kendi öykümüzün içinde, çevremizle iç içeyiz. Uzak hayatların öyküsünü bilmeyiz, ölümlerinin acısı bir “vah vah” kadardır ancak. Bazen de bir rastlantıyla, başka bir hayatın öyküsü bizimkine değer geçer. Küçük bir anı bırakır, geçip giden zaman içinde unutulmaya aday, silik soluk bir anı. Hiç düşünmeyiz ki, bir gün, sırf o yüzden, bizden uzak bir ölümün acısı yakabilir yüreğimizi aniden ve şaşırtır bizi.

Belli bir yaşa gelindiğinde, bedenleri toprağa teslim edilmiş sevilenlerin sayısı, yaşayanlarınkine yaklaşır ve sıklaşır mezarlık ziyaretleri. Biz de öyleyiz. Pek sık büyük mezarlık turları yaparız kardeşimle. Söz ederim bazen, yeri geldiğinde, okurlar bilir.

O mezarlık ziyaretlerinde, ki sayıları çok olunca, her seferinde bir görevli takıp peşimize “Şunu sula, bunu sula” demeyi pek istemesek de, bahşişler ciddi bir bütçe tutar. Kendimiz sularız bazen, yabani otları kendimiz yolarız. İşte öyle ziyaretlerden birinde, tam annemle babamın yattığı yerdeyiz. Gençten bir adam “Abi, sulayayım mı?” diyerek yaklaştı yanımıza. Tanımıyoruz. Daha önce hiç rastlaşmamıştık. Boylu poslu, temiz yüzlü. “Hadi sulayıver” dedik. Sonra da adam anlamasın diye, Ermenice olarak, aramızda bahşiş tartışmasına başladık. “Şu kadar mı verelim, bu kadar mı verelim, sende ne kadar var, onu sen verdin, bunu ben vereyim” gibi gibi konuşmalar yapıyoruz. Ki oraya gelene kadar küçük boy paralarımızı tüketmişiz.

Derken, adam başladı şevkle, yabani otları yolup, toprağı havalandırıp etrafa çeki düzen vermeye. Bunlar, bahşiş olarak vermeyi kararlaştığımızdan fazlasını gerektirir. Yine aramızda Ermenice olarak “Bu durumda o kadarı yetmez” diye konuştuktan sonra, ona dönüp “Boşver ya, onlarla uğraşma” dedik. O da bana dönüp, Ermenice olarak “Kuyrig (abla), bunlar için para istemez” demez mi!

Bize birden ‘kal geldi’. Ne de olsa alışmamışız o işlerle uğraşan, hem genç hem Ermeni birini görmeye. “Kimsin sen?” dedim şaşkınlıkla. Yine Ermenice olarak “Ben Hay’ım kuyrig, adım Norayr’dır, Tıbrevanklıyım, seni de tanıyorum” diye cevap verdi; “Sen Tıbrevank’ta bir oyun yapmıştın yıllar önce, ben onu seyretmiştim. Arada sırada elime geçerse Agos da okuyorum.” Ben tabii, allak bullak. Dikkatle hüzünlü yüzünü incelerken, bahşiş hesapları yapmış olmaktan utandım. Ekmek parası için yapılan işin büyüğü küçüğü olmaz ve yapılan işten utanılmaz ama takılıyor insan istemeden, lise okumuş bir insanın mezarlık sulama işine razı gelmesine, ve “Peki, ne işin var senin burda?” diye sormadan edemiyor. “Benim Dolapdere’de marangoz dükkânım vardı kuyrig, bir gecede kül oldu. Beş çocukla kaldım ortada.” Beş çocuk! “Sonra, sağ olsun, Apik Abi bana bu işi ayarladı, iyi kötü eve ekmek götürebiliyorum.” Eh, bu durumda, iş iştir.

Dokundu içimize ve takıldı bir süre kafamıza bu yakın ama uzak hayat. Her gidişte onu arayıp bulma kararı aldık ve geçti gitti. Geçen hafta intihar ettiği haberini okuyunca çok sarsıldım. Kardeşim arayıp da “Bizim Norayr” deyince anlamamıştım önce. Resmini gördüm, ürkek bir teslimiyet ifadesi vardı yüzünde ve daha da aklaşmıştı saçları sanki birkaç ayda. Neler hissetmişti kim bilir... Neler tak ettirmişti canına... Beyaz tabutla gömülmek istemiş garibim. Son bir lüksü olmuş böylece, belki de tek lüksü. Bu lüks de benden olsun dedim. Madem bir an değmiş hayatıma. Bir kez daha anılsın rahmetle.

Çabuk pes etmiş. Ne fırtınalar esmiştir ruhunda kim bilir. Taşmıştır bardağı. Dedikodular da dönmüşmüş arkasından, kumar mumar diyerekten. Gerekmezdi ki... Yeterince zor değil miydi hayatı? Bir de gurur meselesi var, sindirememek düşmeyi. Ve kim bilir, belki de mezarlık hiyerarşisi... Ki olur, biliriz. Dışlanmış olması da mümkün. Yetirememiştir, bahşişler olmayınca. Korkmuştur. Kolay mıydı beş çocuğun geleceği? Sahip çıkılacakmış şimdi onlara. Çıkılsın. Keşke daha önce fark edilseydi de bir hayat sönmeseydi. Ve ders olur inşallah bu kez, sefaleti fark etmek babında – ki bu ikincisi.