VAHAKN KEŞİŞYAN

Vahakn Keşişyan

Apartman

 

Lübnanlı ünlü bir tarihçi, ülkesinin çok toplumlu yapısına atıfla, ‘Apartman’ olarak adlandırmıştı bir kitabını. Lübnan’ın çok-etnili ve çok-dinli yapısı, eskiden beri bilinen bir gerçekliktir. Ancak bölge ülkelerine şöyle bir göz atacak olursak, Türkiye’den Irak’a, Suriye’den İran’a, Suudi Arabistan’dan küçük körfez ülkeleri Kuveyt’e ve Katar’a kadar, hepsinin aynı özelliği taşıdığını görürüz.

Sykes-Picot Anlaşması ile oluşan veya sınırları daha sonra farklı şartlar altında şekillenen ülkelerin, dini, ulusal veya toplumsal açıdan yekpare olabileceklerini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Bu, günümüzde artık yeni bir bilgi değil; insanlar bu ‘apartman’ olgusunu az çok kavramaya başladılar. Ancak, Türkiye’de ve Lübnan’da bu konuda belirli bir algı yerleşmiş olsa da, Arap ülkelerinde bu ‘çeşitlilik’ fikri hâlâ kabul edilemez görülüyor. Örneğin Suudi Arabistan’da Şii azınlığın varlığı resmi olarak hâlâ reddediliyor. Irak’ta ve şimdilerde de Suriye’de, insanlar yaşadıkları ülkenin aslında bir apartman olduğunu, kanlı kavgalarla geçen yıllardan sonra kavrıyorlar.

İdeal olan, şüphesiz, tüm sınırların ortadan kaldırılması ve bütün insanların herhangi bir ayrımcılığa uğramadan, bir arada yaşayabilmesi.

Bölgede, bu doğrultuda, özellikle Amerikan ve Avrupa sermayeleri tarafından desteklenen projelere rastlamak mümkün. Bu destekler, çoğunlukla çeşitli kültürel faaliyetler olarak tezahür ediyor. Örneğin Ermenistan’daki Altın Kayısı Film Festivali’nin, veya Türkiye’de faaliyet gösteren birçok örgütün Kürt-Türk veya Türk-Ermeni ilişkilerini normalleştirmeye çalışan, bu bağlamda çağdaş iletişim araçlarından ve kültürel üretimin nispeten kolaylaşmasından yararlanan projelerin, bu kaynaklardan beslendiği bir sır değil. Fakat aynı sermayenin, diğer yandan da, Türkiye’nin ve Ermenistan’ın güneyinde, Suriye’de iktidarı devirenlere silah temin ettiğini de biliyoruz.

Bölgede bir dalgalanma yaşanmakta. Mesele, bu dalgalanmanın kim tarafından, kime karşı oluşturulduğunun, sıradan insanlar için kolay anlaşılır bir şey olmamasında.

Tartışma götürmez bir gerçeklik de, bu dalgalanmanın yerel kaynaklı olduğu; yerli halkların onyıllar önce haksız bir şekilde çizilen sınırların günün gerçeklerine göre yeniden gözden geçirilmesi yönündeki doğal taleplerinin kaçınılmaz bir sonucu olduğu. Ancak, bu ‘gözden geçirme’ işi ve yeni sınırlar, yine büyük devletlerin çıkarlarına kurban gidecekse, bu değişim ne yerli halklara, ne de yerli bireylere bir fayda getirir. Yani, tarihsel haksızlıklar, yeni haksızlıklarla düzeltilemez. Eğer 1914’te sınırlar emperyalist çıkarlar temelinde çizildiyse, ve o çıkarları haklı göstermek için yapay uluslar ve yapay kimlikler yaratıldı ise, yüz yıl sonra bugün o sınırlar bir kez daha başka çıkarlar için çizilmekte, ve yine yapay kimlikler yaratacak projeler üretilmekte. Sınırları kaldırmak yerine yeni sınırlar oluşturmaya çalışıldığı sürece, barış bir ütopya olarak kalmaya mahkûmdur. Bu fikir belirli çevrelerde çokça tartışılsa da, başka çevreler için halen bir ‘saçmalık’...

Projeler, sınırları kaldırmaya yönelik olmalı, ancak aldatmacaya başvurmadan... Böyle projeler üzerine çalışanlar, amaçlarını bütün çıplaklığı ile açıklamalılar ki, insanlar komplo teorileri üretmesin. Sınırlar çizilirken ya da ortadan kaldırılırken açık açık anlatılmalı ki, “Sınırları yok edeceğiz” denirken yeni sınırların çizilmesi veya “Yeni sınırlar çizeceğiz” denirken var olanların yok edilmesi gibi sürprizlerle karşılaşmasın insanlar. Türkiye ile Ermenistan’ın yakınlaşmasını sağlamak amacıyla yapıldığını söyledikleri bir projenin esas amacının Ermenistan’ı Rusya’dan uzaklaştırmak; bölgede barışa katkı sağlamak için düzenlendiği söylenen film festivalinin esas amacının ise, yıllar sonra anlaşıldığı gibi, petrol boru hattının yolunu açmak olduğunu söylesinler.