YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

“Büyütülecek bir şey yok”, öyle mi?

Devlet desteğiyle düzenenen Hocalı Mitingi, mitinge İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in katılıp milliyetçi bir konuşma yapması, ve yine miting sırasında ürkütücü bir hava oluşması sonrasında yazdığım yazıda, AKP’nin son dönemdeki milliyetçi/mezhepçi politikalarına atıfta bulunarak “Direksiyonu sağa kırarsan kontrolü kaybedersin” demiştim (Agos, 2 Mart 2012). Hafta boyunca yaşanan gelişmeler, gidişatın bu yönde olduğunu gösterdi.

Malatya’daki olayla başlayalım. Bir Alevi mahallesinde ısrarla sahurda davul çalan bir kişi ile yaşanan sürtüşme sonrası Alevi bir ailenin neredeyse linç edilecek hale gelmesi, ciddiye alınacak bir olaydır. Ailenin son derece korkulu saatler yaşadığı, toplanan kalabalığın ise evi taşlayıp, ırkçı, tehdit edici sloganlar attığı anlaşılıyor. Ayrıca beldenin belediye başkanının olay sonrasında “Bölgeyi terk etseniz iyi olur” gibi skandala varan sözler etmesi var elimizde. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da “Olay büyütüldüğü kadar vahim değil” diye açıklama yaptı. Bu sonuncusu bile, olayın vahim olduğunu gösteriyor zaten. Çünkü ne zaman böyle etnik/mezhepsel linç girişimlerinde bir hükümet yetkilisi çıkıp “Abartılacak bir şey yok” derse, anlayın ki hükümet birilerini/linççileri korumaktadır. Zaten Alevi örgütleri ve ülkedeki demokrat cephe de olayı hayli ciddiye almış ve sivil toplum örgütleri yürüyüşler ve basın açıklamaları ile yetkilileri önlem almaya çağırmışlardır. İlginç olan, olayla ilgili tek bir kişinin bile soruşturulmamış olmasıdır. Yerel yetkililer de (mesela vali) olaya klasik biçimde yaklaşmışlar ve “büyütülecek bir mesele yok” deyip işin içinden çıkmışlardır.

Bu “Büyütülecek mesele yok”, anahtar cümledir. İlk bakışta şunu düşünebilirsiniz: Sorumlu bir yönetici/yetkili var karşımızda, etnik/mezhepsel bir mesele olduğu için konuyu sükûnetle, dikkatle halletmeye çalışıyor, vs. Zaten kendilerini de böyle sunmaya çalışırlar. Ve her nedense, bu tip linç girişimlerinde suçlular ve kışkırtıcılar ciddi bir yasal takibata da uğramazlar. “Neden böyle oluyor?” derseniz cevap hazırdır: Hassas bir konudur, kaşımaya gerek yoktur, “Mesele büyütülmemeli”dir. Ve artık bu, rutin prosedür haline gelmiştir. Buna inanıp inanmamak sizin elinizde. Fakat burada ciddi bir ‘meselemiz’ var. Bu yaklaşımın linç girişimlerini ve linçleri engellemediğini, aksine teşvik ettiğini artık görmemiz lazım. Ve bu “Büyütülecek bir mesele yok” tavrının/mantığının ardından yatanı da görmemiz lazım. Çünkü bu tavırla asli olarak ‘çoğunluk’ korunmaktadır. Bu çoğunluk kimi zaman Türk, kimi zaman da Sünni olmaktadır. Ya da ikisi birden. Bu çoğunluk genellikle ‘kışkıran’, ‘tahrik edilen’ tarafta olmakta; karşısında ise kâh Kürt, kâh Alevi, kâh Roman olmakta (artık Ermeni, Rum, Yahudi kalmadığı için saymıyoruz) ve her şey bittiğinde eğer canlarını kaybetmedilerse olay yerini terketmeleri istenmekte, tavsiye edilmektedir. (Ve bu, yani ‘gidin’ telkini, normal karşılanır. Ki aslında en korkunç alışkanlıklardan biri de budur.)

Şöyle düşünür yerel yetkili: Kışkıranlar kim? Memleketin asli sahipleri. Linçten kurtulanlar kim? Memleketin ikinci, üçüncü sınıf vatandaşları. O vakit mesele büyütülmemelidir. Çünkü büyütülürse, memleketin asli sahipleri soruşturulur, normalde ciddi bir suç olan nefret suçuna layık bir ceza alırlarsa ‘sistem’ bozulur. O sistem, bu memlekette ‘çoğunluk’un (kim olduklarını biliyorsunuz artık) hüküm sürme geleneğinin ismidir. Hüküm sürme derken şunu kastediyoruz: Bu topraklarda devlet/otorite çoğunluk-azınlık ayırmaksızın toplumu ezerken ‘çoğunluk’a bir üstünlük hissi vermesi gerektiğini düşünür. Ona o alanda bir boşluk bırakır. Başını okşar. Sistem dediğim, budur. Dolayısıyla o kışkıranları içeri almak, meseleyi hak ettiği biçimde ‘büyütmek’, yerel yetkilinin başını belaya sokar. Hem aşağıdan, hem de yukarıdan. (Aynı günlerde İstanbul Ayazağa’da olanlar da bu formata ve linç geleneğine tıpatıp uymaktadır. Kürt işçilerle yaşanan bir sürtüşme yüzünden ‘çoğunluk’ kışkırmış, linç girişimi yaşanmış, sonuçta Kürt işçiler bölgeyi terketmek zorunda kalmışlardır. Tekrarlıyorum, bu “gidin, sorun çözülsün” alışkanlığıyla artık yüzleşilmelidir.)

Az önce ‘yukarıdan’ dedik madem, yukarıya gelelim biraz. Ne demiştik? Direksiyonu sağa kırarsan hâkimiyeti kaybedersin. Direksiyon, o yazının yazıldığı Mart ayından bu yana hâlâ ve ısrarla sağa kırık. Aleviler her fırsatta kamusal alandan dışlanıyor, bu ülkenin eşit yurttaşı olmadıkları yüzlerine vuruluyor, hükümet her fırsatta Sünni mezhepçiliğinin örneklerini pervasızca sunuyor, cami açılışları, üniversite festivalleri sürekli Başbakan Erdoğan’ın gündeminde yer buluyor ve Erdoğan bu konularda daima mutaassıp/dışlayıcı/baskıcı bir tavır alıyor. Bunun tehlikeleri ne zaman dile getirilse “Milli iradeye karşı mı çıkıyorsun?” gibi bir eleştiriyle karşılaşıyoruz. Her seferinde şunu anlatmaya çalışıyoruz: Bütün bu sert ton, toplumda bir tortu bırakıyor. Toplum, sokak, tahrik olmadan, kışkırmadan önce hep yukarı bakar. Orada gerekli mesajlar vardır çünkü. Ve o mesajları okumakta pek mahirdir. Hele bir de sonrasında “Abartılacak bir konu değil, meseleyi büyütmeye gerek yok” dendi mi, işlem tamamdır. Bundan sonraki kışkırma için gerekli mesajlar da alınmıştır. Sonrasında çıta daha da yukarı konur.

Türkiye’de sistem hep böyle işledi, çoğunluk hep böyle tahrik oldu. Yüzyıllar boyunca. Dolayısıyla, direksiyonu sağa kırıyorsan, bu olanlara şaşırmayacak, “AKP muhalifleri meseleyi abartıyor” diye olup bitenleri hafife almayacaksın. Tam tersine, asıl şimdi ciddiye almalı, gerekiyorsa abartmalısın. Sonra “Azınlıklar vardı, Aleviler vardı, Kürtler vardı, nerede onlar?” diye sızlandığında kimse seni ciddiye almaz çünkü.