BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

İstanbul’un sahil eğlenceleri

İstanbul’un denizden uzak semtlerinde yaşayanlar, azıcık ferahlamak istediklerinde sahillere koşarlar. İlk akla gelen, tabii ki Boğaziçi’dir. Biz küçükken, iki çocukla Boğaz’a gitmek anne-babamıza eziyetli ve de masraflı geldiğinden, genelde yürüyerek Dolmabahçe’ye giderdik. Pek severdik kardeşimle denize nazır oynamayı. Hele amcamlarla birlikte gitmişsek, kuzenlerle dört çocuk olurduk ki, değmesinlerdi keyfimize. Sarıyer’e, Büyükdere’ye gittiğimiz de olurdu tabii ama kırk yılda bir... Minibüslerde, otobüslerde çoluk çocuk sürünmek pek işine gelmezdi ailelerimizin. Bu sahil gezilerimizde denize girmek söz konusu bile olmazdı. O yıllarda insanlar, öyle arabaların geçtiği cadde kenarlarından denize girmezlerdi. Ayıptı. Denize girmek için mutlaka plaj gibi bir yerlere gidilirdi.

Daha sonra, yani gençlik yıllarımda, su kenarı her yer plaj oldu. Arabasını kenara çeken, minibüsten inen, atıveriyordu kendini suya. Ben bile girmiştim birkaç kez. Kızı öğrencim olan bir arkadaşım vardı, arabasıyla beni de eve götürürdü bazen. Deniz mevsimine denk gelen okul dönemlerinde mayomuzu atardık çantamıza, okul çıkışı doğru Boğaz’a, suların koynuna... Günün bütün yorgunluğunu atmış dönerdim eve.

Bu kolaylık gittikçe yayıldı İstanbul’da yaşayanlar arasında. Hem de sular kirlendikçe rağbet arttı. Belki de rağbet arttıkça sular kirlendi. Zaten bu kalabalığa deniz mi dayanırdı? Üstelik eskiden, iç kesimlerde oturanlar, denizle haşır neşir olmaya pek meraklı değildi. Şimdi herkes denize ve sahil sefasına düşkün. Eh, sıcaklar bu derece dayanılmaz olunca başka çare de yok. Bir de vazgeçilmez mangal merakı var ki hiçbir kitaba sığmaz. Sıcak, soğuk fark etmez. Yasak masak sökmez.

Belediyeler baktılar ki halk sahillere akın etmekte, bari bu sefalar bir düzenle, bir edeple sürülsün diye belli kolaylıklar sağladılar. Bazı yerleri doldurdular, parklar falan yapıp yeşillendirdiler; oturma yerleri, oyun alanları yaptılar. Para ediyor mu? Hayır. İnsanlar kafalarına göre takılıyorlar ve uyanıklık derecelerine göre, etrafı tahrip edici eğlenceler yaratıyorlar.

Kurtuluş, Şişli civarında oturanlar genelde Boğaz sahillerine aşinadırlar da, ‘Sahilyolu’ denen, Sirkeci’nin diğer yanından ancak arabayla falan geçerler. Ben de öyle. Ama geçen gün Ataköy’deki bir dostumuzu ziyarete giderken, önce sahilde şöyle bir yürüyelim dedik. Aman efendim aman, yurdum insanı ne eğlenceler yaratmış. Oyuncak tüfekle balon patlatmayı görmüş olmalısınız. Hani lunaparklarda vardır ya, şimdi sahillerde de var. Boğazyolu’nda iki direk arasına gerilen bir ipe çamaşır serer gibi asılan balonları vurma olayını görmüştüm. Ama kayaların üstüne dizilen şişeleri vurmayı ilk kez gördüm. Cam şişeler. Kola, soda, su, ayran, meşrubat... Üç atış 1TL… Belki fiyat farkı da vardır, bilmiyorum, çünkü viski şişeleri de vardı.

Şişeler patladıkça cam kırıkları dört bir yana saçılıyor. Aynı yerde insanlar denize giriyorlar, yalınayak çocuklar ortalıkta. O kırıkları kimse toplamıyor. Bu yetmez gibi, bir de arabalarla kasa kasa yumurta geliyor. O yumurtaları yerden iki santimetre yükseklikte, 15’er santimetrelik çıtaların üstüne sıra sıra diziyorlar ve pat pat patlatıyorlar. Onlar da yerlere saçılıyor. İsrafa bakın. Hem israf, hem pislik. Tepeden güneş vurdukça kokudan geçilmiyor. O pis kokular ve cam kırıkları arasında yatıp göneşlenen ve piknik yapan insanlar var. İnanılır gibi değil. Parklarda her 20 metrede bir, Belediye’nin, üzerlerinde ‘Parklarda mangal yakmak yasaktır’ yazan tabelası var, her tabelanın altında da bir mangal. Balık, köfte, tavuk kanadı, sosis, sucuk kokuları ve dumanları birbirine karışmış. Bu sefalar gece geç vakitlere kadar sürüyor. Sonra çöplerini toplasalar içim yanmayacak. Sabahın en erken saatlerinde sahiller muharebe meydanı.

Bir de hiç görmediğim bir oyun icat etmişler. Uzunca kitaplara benzeyen iki tahtayı, az bir aralıkla, karşılıklı enlemesine yere dikiyorlar. Birbirine bakan yanların üst kısımları biraz oyularak eni daraltılmış. Bir buçuk - iki metre mesafeden plastik bir topa ayakla vurarak iki tahtayı birden devirene bir Marlboro sigarası veriyorlar. Nasıl? Önünde bir kuyruk var ki, sormayın. Bütün bunların az ilerisinde ise Ataköy Marinası var. Orada insanlar hemen yanıbaşlarındaki bu hengâmeden bihaber –çünkü arabalarıyla doğrudan içeri girmişler– denize karşı cintoniklerini viskilerini yudumluyorlar. Ah, dengesi iyice bozulan, tezatlar şehri İstanbul, ah... Bu gidişat acep nereye?

özel not: Dönüşte trene bindik. ‘Srupsurgiç’i düzeltmişler. Demek yazı çizi işleri arada işe yarıyor.