BASKIN ORAN

Baskın Oran

İÇLİ DIŞLI

Sertleşme sorunu

İlginizi cezbedebilecek bu başlık aslında tıp bilimi açısından yanlış. Tam tersi olması gerekiyor: Sertleşememe sorunu. Ama bugün tıp bilimi değil siyaset bilimi yapacağımızdan, burada doğru. Türkiye’de çok ciddi bir sertleşme sorunu yaşamaktayız. Hem Kürt, hem Suriye meselesi açısından.

Oysa 2011 başına kadar proaktifliğini tüm dünyanın kıskandığı AKP dış politikası, bunu sert olmamasına borçluydu. Hatta bu aktif politika, Ortadoğu’yu AB’ye alternatif gibi gördüğü halde, yumuşaklığı sayesinde AB yetkililerinin bile hayranlığını kazanmış, stratejik önemini onlara hatırlatıvermişti. 2010 sonunda “Türkiye’nin, bugün uluslararası arenada üyelerimizin her birinden ya da toplamından daha etkili olduğu söylenebilir”, “İki çok önemli stratejik ortağımız var: ABD ve Türkiye”, “Dünya çapında Türkiye’yle stratejik temelde çalıştığımızı hayal edin. Bu çok güçlü bir kombinasyon olur” sözleri uçuşuyordu (G. Özalp, Milliyet, 12.09.2010). Avrupa Komisyonu da Davutoğlu’nun politikasını çok takdir ve teşvik ettiğini açıklamıştı (Radikal, 03.06.2010).

Yumuşak Güç’ten Sert Güç’e

Arap Baharı’nın sürüklediği Suriye olayı başlarken, AKP ikili bir gözlemde/temennide bulundu: 1) Baas rejimleri teker teker düşüyor. Yerlerine ya Türkiye’de olduğu gibi Ilımlı İslam geliyor veya sonunda gelecek (Mısır’da Müslüman Kardeşler). Suriye’de Esad’ın günleri sayılı. Etrafımız AKP benzeri rejimlerle donanacak ve biz bunların lideri olacağız; 2) Bu Arap Baharı’nın arkasında apaçık ABD var; onunla birlikte hareket edip süreci hızlandıracağız.

Bunlardan birincisi gerçekleşsin diye, AKP, sözünden çıkmayan dostu Esad’a ısrarla reform telkin etti. Davutoğlu sayısız defa gidip geldi. Ama Esad “Önce Güvenlik” dedi. Reform zor, vatandaşını katletmek daha kolay geldi. Tıpkı ve aynen, Osmanlı’nın Ermeni politikasındaki gibi.

İkinci gözleme/temenniye gelince, ABD Türkiye’yi destekliyordu ama ‘birlikte’ harekete, hele askeri operasyona yoktu. Çünkü Irak rezaletinden sonra Ortadoğu’ya görünecek yüzü kalmamıştı. Üstelik seçimler geliyordu. Yani, Esad hemen gitmediği gibi, ABD işbirliği de askıda kaldı. Bu durumda Müslüman Kardeşler yerine Kürtler geldi, K. Irak Kürtleri ve İran rol kaptı, olay iç savaşa dönüştü, iltica başladı. Türkiye’de kör terör tavan yaptı, Hatay’da huzursuzluk gelişti. Ve göründüğü kadarıyla bu tablonun arkası da açıktı.

Türkiye’nin ‘oyun kurucu’ olmak yerine olayın arkasından sürüklenmeye başladığı bu durumda, AKP –aynen Habur’dan sonra Kürt meselesinde olduğu gibi– çok sertleşti. Yumuşak Güç gitti, Sert Güç geldi. Tabii ki, Sert Güç deyince, tek başına ordu sokamazdı. Ama özellikle uluslararası medya çok mide bulandırıcı iddialarla doluydu: Muhalifleri korumak, uluslararası konferanslarda ve ‘Haliç manzaralı evlerde’ örgütlemek, parasını Körfez’den alarak silahlandırmak ve hatta –CHP milletvekillerinin girememesiyle de gündeme gelen– askeri kamplarda, artık günahı boynuna, silahlı eğitim vererek Suriye’ye salmak. Bu arada, istedikleri yapılmayınca derhal sinirlenmekle maruf Başbakan Erdoğan, “Oraya müdahale etmek bizim en tabii hakkımızdır” (Hürriyet, 25.07.2012) demekteydi.

Proaktif’lik Allah’ın emri midir?

Doğrudur; Türkiye diyemezdi ki “Sınırlarımı kapatıyorum, ne yaparsanız yapın, yiyin birbirinizi.” Dostu Esad’a kendi halkını katletmek için yardım da edemezdi. Ama, süper güçler bile çok ihtiyatlı davranırken, ‘proaktif’ politikasını cebine sokabilirdi. Bir eliyle sınırlarını mültecilere açarken, öbür eliyle, ilişkiyi bitirmediği Esad’a baskı yapmaya devam ederdi. Türkiye gibi bir aktörün elinden ancak bu kadarı gelirdi. Bundan ötesi, ‘keskin sirke küpüne zarardır’a girerdi. Ama AKP politikası, Kemalistlerin “Ortadoğu’yla zinhar ilgilenme!” politikasına tepki duyduğundan ve daha önemlisi, kendinde bir ‘Küresel Güç’ kumaşı vehmettiğinden, olaya ‘proaktif’ biçimde daldı. Ne oldu, şu oldu:

1) Eskiden Yumuşak Güç sayesinde arabuluculuk yapan, etkili olan, cidden kıskanılan Türkiye bitti. Çünkü nasıl İsrail olayında köprüleri attıysa, Suriye’de de atmış, çatışmanın bizzat tarafı olmuştu. Yukarıda saydığım AB övgüleri artık 2010’dan kalma bir hatıra.

2) Zaten ‘Eski Efendi Osmanlı’ imajını silememişken, 1955 Bağdat Paktı’ndan sonra bir kere daha Ortadoğu’da ‘Amerikan taşeronu’ diye damgalandı. Oysa 1 Mart 2003’te, tezkerenin reddi sayesinde kendini ne güzel aklamıştı.

3) AKP’nin endişesi, özerkleşecek bir Suriye Kürdistanı’nın PKK’yı destekleyeceği değil. Bunun Türkiyeli Kürtleri etkileyeceği korkusu. Çünkü Türkiye, Sert Güç’e gark olmak yüzünden, Kürt meselesini halletmekten her gün uzaklaşmakta. Kaldı ki, burada Esad’ın muhalefet karşısındaki tutumu, Türkiye’nin kendi Kürt meselesindeki ‘Önce Güvenlik’ tutumuna çok benziyor. Yani şu gerçek yine sırıtmakta: Suriye olayı bir dış politika meselesi falan değil, basbayağı, bildik iç politika meselesidir.

4) AKP’nin resmi sertlik gerekçesi şu: “Biz daima mazlumun yanındayız. Dünyanın neresinde olursa olsun bunu yapmaya görevliyiz. Çünkü tarihsel ve coğrafi derinliğimizden dolayı Küresel Güç’üz.” İyi de, bugüne kadar hangi ülke dış politikasını ‘insani mülahazalar’ üzerine bina etmiş ki Türkiye edecek? Daha önemlisi, küresel güç olduğunu iddia eden başka birileri bir gün çıkar da, Türkiye’deki Kürt meselesi için aynı şeyleri söyleyip aynı eylemleri yapmaya koyulursa ne diyeceğiz? Ama Allah’tan, böyle bir durum için en az iki etkin koruyucumuz var: Şeytan Kulağına Kurşun ve İyi Saatte Olsunlar.

Priapizm

Tıbba dönersek: Biraz daha böyle devam ederse, milletçe priapizm hastalığına duçar olacağız. Hatırlayacaksınız, adı Priapos’tan geliyor. Hani, dikeyine değil de yatayına uzayan heykelciği Selçuk Müzesi’nde sergilenen (garanti kaldırtmışlardır) Bereket Tanrısı. Kimileri, “Ah ulan ah, böyle hastalık dost başına!” diyebilir ama, tıp biliminde feci ağrı yapan berbat bir illet. Siyaset biliminde ise ABD gibi ülkeler için rezil edici, bizim gibiler için de öldürücü olabiliyor.