ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Barış kaybederek kazanmaktır

Kürt sorununun çözümü yolunda kader adımlarının atıldığı şu günlerde, kamuoyunda temkinli bir iyimserlik havası hâkim. Ancak türlü kaygılar da insanın aklını bulandırmıyor değil.

Bence kaygıların odağında, İsrail, İran, derin devlet gibi aktörlerin müzakere sürecini sabote etmeye yönelik olası eylemleri değil, bizzat tarafların (kabaca, Türklerin ve Kürtlerin temsilcileri diyelim) çözüm için sorumluluk duygusuyla hareket edip etmeyecekleri yatmalı.

Geçen hafta Ankara’da BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’la yaptığımız ve Agos’ta yayımladığımız görüşme, iktidar kanadından gelen bazı açıklamalar ve sonrasında yaşananlar, yeni sürecin ne kadar zorlu olacağını gösteriyordu. Son yıllardaki gelişmeler ve gelgitler sonucunda ortalama Kürt haletiruhiyesindeki kopma ve savrulmalar, Kürtlerin çözüm için geçmişe nazaran daha yüksek talepleri olduğunu, kolay ikna olmayacaklarını gösteriyor. Demirtaş’ın BDP’nin grup toplantısında yaptığı, sürecin başlamasından duydukları memnuniyeti ifade ederken hükümete pek çok kez ‘ayar veren’ konuşmasını, bu kopma hissiyatının yarattığı gerilimin siyasi dışavurumu olarak okuyabilirsiniz.

Hükümet kanadı adına ise bilgiyi, daha ziyade, gazeteci Abdülkadir Selvi’nin yazılarından ve milletvekili Yalçın Akdoğan’ın yazı ve açıklamalarından alıyoruz. Selvi, kamuoyunu süreç hakkında gayriresmî olarak bilgilendirirken, Akdoğan, siyasi mesajlarla Kürt tarafının stratejisi hükümet isteği doğrultusunda etkilemeye, Türk kamuoyunu da sürecin iktidarın kontrolünde olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Özellikle Akdoğan’ın Kürt siyasetini medya yoluyla etkileme taktiğinin, bu tür hassas bir süreç için ne kadar ham ve riskli olduğu ise aşikâr.

Görülüyor ki, İmralı’da PKK lideri Öcalan’la belli bir yol haritası etrafında uzlaşılmış olsa da, mesele burada bitmiyor. Yakın gelecek, silahların nasıl susacağı, PKK kadrolarının geleceğinin ne olacağı ve elbette, Kürtlerin haklarının ne ölçüde verileceği, Kürtlerin bu çözüme ikna olup olmayacağı gibi çok zorlu sınavlara gebe.

Demirtaş’ın dikkat çektiği gibi, burada özellikle siyasi ve sivil aktörlere büyük iş düşüyor. Kamuoyunu hazırlamak, görüşmelerin sabote edilmesine neden olacak girişimlere karşı halkın barış isteğini yüksek tutarak siyaseti derin krizlere karşı tahkim etmek, büyük önem taşıyor.

Taraflar, kendi tabanlarına sabır, gerektiğinde feragat ve barışçıl söylem telkininde bulunurken, karşı tarafa da güvence veren bir dili tutturabilmeli. Buna karşılık, kendi tabanının beklentilerini yükseltirken, karşı tarafın sinirlerini zıplatacak, ortamı gerecek açıklamalardan uzak durmalı. Ne yazık ki, iki taraf da henüz tam anlamıyla bu anlayış doğrultusunda hareket etmiyor. CHP’nin bulunmaz nimet niteliğindeki desteğine Başbakan’ın verdiği cevap, buna karşılık PKK/KCK/BDP çizgisinden gelen birbiriyle uyumsuz sesler, başlangıç için çok da olumlu mesajlar değildi.

Barış, pazarlık mantığıyla kazanılacak bir şey değil. Aksine, iki tarafın da vereceği tavizlerle taş üstüne taş koyarak varılabilecek bir hedef. Kaybederek kazanılan şeyin adıdır barış. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan Öcalan bunu görüyor olmalı. Dileriz siyasiler de görür.

Bu barış fırsatını, İran, İsrail, derin devlet, şu bu değil, ancak Türkler ile Kürtler ve onların temsilcileri heba edebilir. Dua edelim ki herkes sorumluluğunu bilsin.

Bütün çocuklar

Xerzan sabah erkenden uyandı. Annesinden sonra evin en erken kalkanı hep o olurdu. Yatağında doğruldu, etrafına baktı; bütün kardeşleri uykudaydı. Alacakaranlıkta gözlerini yan yana dizili yataklarda gezdirdi. Vejen, Tiroj, Rojda, Welat ile Sidar... Ağabeyi Ahmet üniversite için İstanbul’da, ablaları Bejna, Dicle ve Ruken ise eşleri ve çocuklarıyla başka şehirlerdeydi – biri Van’da, biri Ankara’da, biri de Adapazarı’nda...

Yalınayak kalktı, üşüdüğünü hissetti, gece yatmadan çıkardığı kazağını sırtına geçirdi. Odadan, karanlık koridora çıktı. Mutfaktan ışık ve annesinin adımlarının, tabak çanağın sesi geliyordu. Tanış bir duyguyla yüreği ferahladı. Farkında olmadan, kendini güvende hissetti. Tuvalete girip çişini yaptı, yüzünü yıkadı ve kahvaltı kokularının gelmeye başladığı mutfağa girdi.

Annesi, Xerzan’ı görünce döndü, eğilip onu kokusunu içine çeke çeke öptü. “Roj baş kurê mın” dedi. Xerzan masaya doğru geçerken, “Roj baş dayê” diye karşılık verdi. Annesi gülümseyerek, bir sürprizi açık edercesine, başıyla hafifçe pencerenin dışını gösterdi. Xerzan o tarafa doğru baktı ve birden yüzü aydınlandı.

Damları gördü. Bembeyazdılar. Ağaçların tepeleri bembeyazdı. Xerzan iki adımda pencereye koştu, burnunu cama dayadı; yollar bembeyazdı. Kar bütün mahalleyi kaplamış, yoksulluğun, kirin pasın üzerini örterek dünyayı güzel bir yer haline getirmişti. Annesi, sabah uyanıp karı görünce televizyonu açtığını, haberlerde okulların tatil olduğunu söylediklerini anlattı.

Xerzan sevindi. Bütün çocuklar gibi sevindi. Gerisingeri odaya koştu ve bağıra çağıra uyandırdı kardeşlerini. Vejen’i, Tiroj’u, Rojda’yı, Welat’ı ve Sidar’ı. Başta ne olduğunu anlamadılar ama ‘berf, ‘tatil’, ‘dayê, ‘televîzyon’ laflarını duyunca, beşi birden pencereye koştu. Uyku mahmurluğu bir anda gitti, sevinç doldu odaya. Annelerine koştular.

Tatildi. Aceleyle kahvaltı edecek, sonra hemen sokağa çıkacaklardı. Kartopu oynayacaklardı, kardanadam yapacaklardı, poşetleri kızak yapıp yukarıdaki arsadan aşağı mahalleye inen bayırda kayacaklardı. Arkadaşları, komşu çocukları, başka mahallelerin çocukları, adları Hakan, Neşe, Aram, George, Rıfat, Wanda olan çocuklar kar yağdığında ne yaparlarsa onu yapacaklardı.

O aydınlık sabah, Xerzan, Vejen, Tiroj, Rojda, Welat ile Sidar için, hiç unutmayacakları bir tatlı çocukluk anısıydı. O kahvaltı, hayatlarının belki de en mutlu kahvaltısıydı, bilmiyorlardı. Tek bildikleri, içlerindeki çocuk sevinciydi.