BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Suskunlar

Biz, elde olmayan nedenlerle dünyanın dört bir yanına savrulan Ermeniler, atalarımızın suskunluğunun ceremesini çok çektik. Anlatmadılar, anlatamadılar. Zamanla öğrendik nedenlerini ama çoğumuz bilemedik köklerimizi. Kimlerdeniz? Nereden, nasıl geldik? Sülalenin ucu nerede? Başka akrabalarımız var mı? Biz, o suskunların torunları, üçüncü nesiliz ve büyük büyük dedemizi, ninemizi bilmiyoruz.

Annemlerin Sivaslı, babamların Bursalı olduklarını biliyorum. Anneannemin, dedemin ve onların kardeşlerinin kılıç artığı olduklarını ve başlarına gelenleri, çok geç de olsa, zaman içinde öğrendim. Başkalarından. Kendileri anlatmadılar. Bir bölümünü de Kemal Yalçın’ın kitabından. Üç yazı yazdırmıştı bana. Geçen yıla kadar da, babamın tarafı hakkında, Mudanya’dan İstanbul’a gelmiş olduklarından başka bir bildiğim yoktu. Anlatmamışlardı. Ben hep onları ‘tuzukuru’lardan bildim.

Nasıl olduysa, babam ölmeden bir yıl önce, şöyle ısrarlıca bir sorasım geldiydi bir kere, “Sizinkiler, geçmiş acılardan hiç nasiplerini almamışlar mı?” diye. “Sen öyle san” demişti, “Neler var ama, hatırlamam ki...” Buyur bakalım, hayıflanmaz mısın şimdi, daha önce neden sormadığına? Babam pek konuşkan değildi zaten; bir de, az buçuk ‘olana bitene pek aldırmaz’ görünenlerdendi. Israr ettim biraz. “Dedenin Çanakkale Savaşı’na katıldığını bilir miydin?” dedi. Amanın! İlk kez duyuyordum. Ondan sonra ne kadar ısrar ettiysem de ‘tık’ çıkmadı. “Hatırlamıyorum” dedi, bitirdi. Gerçekten hatırlamıyor da olabilirdi; doksanına doğru gidiyordu. Çok üzüldüm, çok. O da ölünce, soracak kimsem kalmadı.

Geçen yıl, amcamın kızına bundan söz ettim. “Tabii, ben biliyorum” demez mi! Şöyle bir şey söz konusu: Biz küçükken, babaannem ve dedem amcamlarla oturdu uzun süre. O yıllarda, dedem masal gibi anlatırmış torununa. Ve kuzinim, ondan öğrendiklerini, dedemin taklidini yapa yapa anlattı bana. Çok ağladık. Hacı Boğos dedemin nerede ve nasıl hacı olduğunu ikimiz de bilmiyorduk.

Dedemlerin, Çekirge’de hamamları olan Eftik yayamlarla komşu olduklarını, ipekböcekçiliği de yaptıklarını falan bilirdim, yayam anlatırdı. Ayrıca Evzon askeri (kendisi ‘evdon’ derdi) olan, Tanaş adında bir Yunanlı gence âşık olduğunu ama tekrar vaftiz olması istendiğinden, ondan vazgeçip dedemi seçtiğini de bilirdim. Dedem ise, savaşa giderse ailesine dokunulmayacağı vadedildiği halde, dönüşünde tek bir kişi bile kalmadığından, onlara sığınmış meğer.

Malum savaş; Çanakkale Savaşı. Sağ kalması mucizeymiş. Ölüler arasında, yaralı halde tek başına kalmış savaş alanında. Ölmeye yatmak için bir kayaya yaslanıp dua etmek istemiş. Gözlerini gökyüzüne dikip haç çıkarmış. Alçaktan uçan düşman uçakları, bakmışlar ki aşağıda Türk askeri üniformalı biri haç çıkarıyor, paraşütle kumanya ve ilaç atmışlar. Önce bomba sanmış garibim. Sonra yaralarını sarmış, su içip karnını doyurmuş, güçlenerek dönüş yolunu tutmuş. Dedem, kuzinime, İstanbul’a gelişlerinin öyküsünü de anlatmış. Bu, Mudanyalıların ikinci kez yerlerini yurtlarını terk etmeleriymiş. Bundan ötesi, geçen hafta Radikal’de okuduğum, sevgili Aris Nalcı’nın ‘Akabi’nin Hikâyesi’ başlıklı yazısıyla neredeyse bire bir örtüşüyor.

İstanbul’daki Ermenilerin gönderdikleri gemi ya da teknelere binip, her şeylerini bırakarak geliyorlar. Benim yayam, kucağında bebeğiyle, nedense bir tek duvardaki aynayı alıyor yanına. Ve o bebek yolda ölüyor, ayna hâlâ sağ. Tıpkı yayamınki gibi, Akabi’nin hikayesinde bir de köpek var, adı ‘Blanş’. Arkalarından koşuyor, iskeleye kadar geliyor. “Sonrasını bilmiyoruz” diyor Aris. Oysa ben biliyorum. Blanş suya atlıyor, tekneye kadar yüzüyor. Tutup geri götürüyorlar. Gemide köpek yasak. Hayvancık tekrar atlıyor. Birkaç gidiş dönüşten sonra dayanamayıp alıyorlar. İstanbul’da Gedikpaşa’da ölene kadar yanlarında kalıyor.

Önce kuzinimi aradım. Adı geçmeyen köpeğin rengini sordum; beyazmış. Yani blanş. Oralarda ev hayvanlarına Fransızca isimler takmak modaymış. Benim oyuncak köpeğime de ‘Joli’ demişti yayam. Hemen Aris’e yazdım, “Blanş’ın ne olduğunu ben biliyorum desem?” diye. Sonra buluştuk. Uzun uzun konuştuk. Annesi ‘ayna’yı biliyor. İsimler alıp verdik. Araştıracağız. Belki de biz Aris’le akrabayız, kim bilir? Ah, o suskunluklar ve anlatılmayanlar...