KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Hayatın Tezer eşiği

Memleketin tuhaf günlerinden biriydi yine. Adliye içerisinde tutuklanan avukatlara destek eylemi yapan avukatlar derdest edilmiş, Sinop’ta barış konuşmaya giden BDP’li milletvekilleri linç edilmek istenmişti. Aynı saatlerde İmralı’ya hangi heyetin gönderileceği konuşuluyordu bir de. Barış kararlılıkları, büyük cümleler... Sinop’ta cam çerçeve kıran taşlar ve yanıcı maddeler eşliğinde atılan sloganlara kulak kabarttım: “Ermeni soyları, Sinop’tan defolun!” “Hah” dedim içimden, “Ben de diyorum, bir şey eksikti.” Kambersiz düğün, Ermeni’siz provokasyon olur mu hiç...

Sonra oluk gibi akan haber ve yorumların arasında birilerinin günün tarihini anımsattığını ve hep aynı isimden alıntı yaptıklarını fark ettim. 18 Şubat... Ve o 18 Şubat sadece birbirimizin üzerine çıktığımız sıradan bir gün olmaktan çıktı, çok erken kaybedilmiş bir kadının ölüm tarihi üzerinden hayata dair söylediklerinin hiç ama hiç eskimeyişinin kanıtına dö-nüştü. Çünkü bir 18 Şubat günüyle aramızdan ayrılan Tezer Özlü, “Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” derken yıllar öncesinden, aslında belli ki bugünümüzü de belirliyordu.

Bahsi geçen cümleyi Tezer Özlü’nün biricik arkadaşı Leylâ Erbil nakleder. Kanlı 1 Mayıs 1977 provokasyonu, ardında kırk ölü, yüzlerce yaralı bırakırken olayların tanığı Tezer Özlü, dehşeti içine çekmiştir: “O gece sabaha kadar uyanık Tezer. Sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor, çatal bıçakları ovup parlatıyor. Devletin üzerine sıçrattığı kanı yuğup arıtmak istiyor. Sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. Mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise, ‘Burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!’ diyerek sürekli yineliyor...”

Oysa nasıl da hayat doludur aslında. Her tür kuşatılmışlığa başkaldırırken, sokaklarında özgürce dolaştığı bir kent düşlemektedir sadece. İstanbul ise sıkıyönetimin baskısı altında korkuya teslimdir yetmiş-lerin sonunda. Ardından da zaten darbenin zulmü gelir, gencecik insanlara işkence tornasında kıyılırken herkes kalın perdelerin arkasına çekilir. Ferah meydanlar ve sokak kenarına kurulmuş masalar, uzun yıllar hayal olur.

Orta sınıf memur bir ailenin çocuğu olarak 50’li yıllarda, bir yanı Çarşamba semtine bağlanan yolun çıkmazındaki ahşap apartmanda yetişen Tezer Özlü, o eşyaların tıkış tıkış olduğu evden de, havadaki baskıdan da, sonradan öğrencisi olduğu Sankt Georg Lisesi’nin Katolik ortamından da kaçmayı diler. Sanki birileri ondan hayatı ısrarla uzak tutmaktadır. Oysa oradadır işte hayat, uğultulu sokaklardadır. Ve kaçma hissini öyle bir anlatır ki, her bunaldığımızda artık sadece onun sesini işitiriz içimizde: “Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek……….isterim hep.”

Aşkı olan yazarların peşinde, onların yaşadığı, öldüğü yerlerin izini sürdü Tezer Özlü. Edebiyatın hayat ile sağlamasını yaptığı ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ kitabını on dört günde binlerce kilometre yol kat ettiği trenlerde, soluklandığı kahvelerde yazdı. Uyumadan, yaşayayazdı.

Aklın sınırlarından deliliğe yaptığı yolculuğa varıncaya kadar her şeyini benzerine az rastlanır bir açıklıkla kaydeden, kendi ben’inden toplumsala varan Tezer Özlü, isyanını da, umudunu da aynı coşkuyla paylaştı: “Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında...Hiçbir şey değişmedi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak, ağaçları, rüzgârı, güneşi, yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum.”

Geriye de, en çok onun inadına yaşam kutsayan sesi kaldı. O sese tutunduk, düşmeyelim diye.