ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Bir AK Parti yazısı: Normalleşme, karpuz ve siper siyaseti

AK Parti’nin ilk yılları, siyaseti geniş halk kitlelerinin temsilcilerine açtığı için bir normalleşme hikâyesiydi. Cumhuriyet rejiminin kendisine biçtiği üniformanın içine sığmayan Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu şeydi normalleşme.


Dindarların, Anadolu şehirlerinde ekonominin nabzını elinde tutanlar irili ufaklı ticaret ve sanayi erbabının, muhafazakâr alt ve orta sınıfların Cumhuriyet elitlerine karşı ilk kez bu kadar net bir şekilde karşı çıkmaları, demokrasinin kurucu özü olan ‘demos’un, yani halkın sesinin yükseldiği bir ‘tarihsel an’a tekabül ediyordu.

Rüştünü bir yandan tüm dünyaya, bir yandan Türkiye’ye; herhangi bir gizli ajandası olmadığını ise devletin daimi sahiplerine ispatlaması gereken AK Parti için AB uyum sürecinin gerektirdiği reformlar önemli bir can simidi olmuş, bu da, normalleşmeye katkı sağlayan en önemli dinamik olarak belirmişti.

Ülke bir yandan askeriye içindeki darbe meraklılarının ve onların medyadaki uzantılarının kaşıdığı bir gerilimi yaşarken, bir yandan da, kabuğunu kırma, dünyayla daha açık ve sahici temaslar kurma yönünde dönüşüyordu. Bu dönüşüm, milliyetçilik, devletçilik ve laiklik temelli tektipçi anlayışı zayıflatırken, yarattığı açıklık da, ülkenin kangrenlenmiş iç ve dış meselelerinde bir çözüm umudunu yükseltiyordu.

Normalleşme, farklı sosyal kesimlerin bir arada var olabilmesinin kolaylaşmasını; toplumun, farklılıkları sindirebilen bir ahenk tonunu tutturabilmesini ima eder. AK Parti’nin önerdiği normalleşme ihtimali, toplum tarafından, iktisatçıların dilimize soktuğu tabirle söylersek “satın alındı” ve bu genç parti, iktidarın yıpratıcılığına hiç uğramadan, her seçimde oyunu artırarak gerçek bir kitle partisi haline geldi.

AK Parti her şeyden çok bir normalleşme umuduydu dedik. Kazandığı toplumsallık ve kitlesellik, karşıtını da dönüştürecek türden bir normalleşmeyi ima ediyordu. 2007’den sonra misal, darbeciliğin artık işlemeyeceği aşikâr olunca, CHP’nin de dönüşmesi, dönüşemiyorsa, dönüştürülmesi kaçınılmazdı. Kemal Kılıçdaroğlu olayına bu gözle bakabiliriz. AK Parti’nin karşısında, hiç değilse halkçı görünen bir alternatif yaratılabilir mi sorusunun siyaseten anlamlı hale gelmesinin sonucuydu Yeni CHP projesi.

Bu noktada, normalleşme sürecini baki kılacak şey, konjonktürel gelişmelere bağlı olarak yürüyen reformları yapısal dönüşüme dönüştürerek kalıcılaştırmaktı. Ancak, AK Parti, bir kitle partisi haline geldiği halde, kitle partisi gibi davranmaktan vazgeçip, belli bir kültürel tabakanın değerlerini topluma kabul ettirme yoluna girdi.

Burada Başbakan’ın kişisel tercihlerinin rolü vardı şüphesiz. Erdoğan, 12 Eylül 2010 referandumdaki %58 evet oyunu, çok yanlış bir şekilde yorumlayarak, kendi şahsına tanınmış bir kredi olarak değerlendirdi; bunun sonucunda bir hesap yaptı ve 2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimine kadar, milliyetçi ve muhafazakar oyları bir araya toplayacak bir sihirli formül olarak, siyaset bilimci Yüksel Taşkın’ın son Neşe Düzel söyleşisinde isabetle ortaya koyduğu gibi, kültür popülizmi ve muhafazakâr milliyetçilik siyaseti yapmaya başladı.

Bu hesap, kürtaj tartışması gibi, hiçbir toplumsal tartışmaya izin verilmeden yasalaştırılan 4+4+4 sistemi gibi, toplumu laiklik ve günlük yaşam pratikleri anlamında ayrıştıran çıkışlarla günlük siyasete tahvil edildi. Erdoğan, ülkenin sosyolojik gerçeklerinden hareketle, kültürel muhafazakarlık ve milliyetçiliğe abanarak, ikiye bölünmüş bir karpuzun büyük parçasının daima kendi tarafında kalacağını bilen bir siyaseti zorlamaya başladı.

İşte bu noktada, içinde farklı eğilimleri ve toplumsal kesimleri barındıran mutedil bir merkez partisi olmaktan vazgeçip, muhafazakarlığın değerlerini tüm topluma kabul ettirmeye yönelen bir otoriter merkez partisi halini almaya başladı. Bu noktada, toplumsal normalleşmeye hizmet edecek yerde, toplumsal kutuplaşmayı körükler hale geldi.

Bugün CHP’ye baktığınızda, demokratik dönüşüm yönünde adımları zorlayan bir sosyal demokrat parti olmak yerine, eski ulusalcı siyaseti biraz daha popülist bir kisveye büründürerek satmaya çalışan aynı CHP’yi görüyoruz. PKK/BDP çizgisine baktığımızda, çelişkileri keskinleştirmek ve AK Parti’yi zor durumda bırakmak adına, şiddeti savunan bir çizgiye gelindiğini görüyoruz. Yani herkes durduğu yerde, kendi kitlesini tek ses ve yekpare halde tutma çabasını önceliyor. Herkes, siper kazarak mücadeleyi kazanmanın yollarına bakıyor. Herkes adına, kolaycılık, fikri tembellik… Normalleşmenin sonu.

Bu durumun toplumsal tezahürlerini gösteren binlerce örnek var. Sadece son bir haftada, Altın Portakal ödül töreninde veya İstanbul Barosu seçimlerinde, laiklik ve cumhuriyetin kazanımlarını korumak eğilimli reaksiyonerliğe baktığımızda, AK Parti’nin reformculuktan vazgeçerek, muhafazakâr ve milliyetçi bir söylemi benimsemesinin ulusalcılığı nasıl daha canlı bir hale getirdiğini görebiliriz.

Bu ayrışma, AK Parti’ye  birkaç seçim daha kazandırabilir; muhtemelen kazandıracak da. Ancak, orta vadede, bu hareketin yeni bir statüko oluşturması, bu statükonun toplumsal değişim dinamizmi ve çoğulculuğunu taşıyamaması, bölünmesi ve siyasi haritanın yeniden çizilmesi anlamına gelecektir. Bu da, yarın yine ve yeniden normalleşmeye ihtiyacımız olacağı anlamına geliyor. Bu kısır döngü, Türkiye’ye sadece zaman kaybettirmiyor, süregiden şiddet ortamını düşündüğümüzde, insanların ölmeye devam etmesi sonucunu doğuruyor. Yani, yazık oluyor.

 

 

 KUTU KUTU

Evladının peşinden giden ana

Kürt siyasetinin bir türlü çoksesli bir nitelik kazanamamasını da, yine normalleşme ihtimalinin ölümü temelinde anlayabiliriz.       

Bir süre önce memleketi Van’ı ziyaret eden Kürt bir arkadaş, anne ve babaların, bir gece ansızın dağa çıkan evlatlarını geri getirmek için nasıl onların peşlerinden gittiğini; insanların, çocuklarının ölmesini istemedikleri için bu savaşın bitmesini arzu ettiklerini anlatıyordu. Bu hissiyatın Kürt hareketi içinde neden şiddet karşıtı bir taban hareketi yaratmadığını sorduğumda bana, “Başbakan Kürtler aleyhinde her konuştuğunda, PKK’ye karşı şiddetsiz bir Kürt siyaseti ihtimalini de imkânsız hale getirmiş oluyor. Başbakan’ın örgüte böyle katı bir şekilde yüklendiği bir ortamda insanlar vicdanen rahatça örgüte karşı gelemezler; bunu içlerine sindiremezler” dedi.

Çocuğunun dağa çıkmasını engellemek için onun peşinden koşan, ama onun katıldığı örgüte karşı sesini yükseltemeyen bir anne ve babanın çaresizliğini gözünüzün önüne getirin. Siyasi iktidarın normalleşme yerine kutuplaşmalardan medet ummasının insanları düşürdüğü durum bu.

Bu iç kanatan durumdan yararlananlar var elbette; ancak ne yazık ki onlar hiçbir zaman sıradan insanlar olmuyor.