BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Hayvan yemeyi nasıl öğrendik?

Hiç düşünür müsünüz, insanoğlu hayvan yemeyi nasıl öğrendi acaba? Dünyada ilk var olduğu zamandan başlayarak, açlığı ilk hissettiğinde, ağzına neyi götürüp çiğneyeceğine ve yutacağına nasıl karar verdi? İçgüdüsel bir şey olmalı, ağız denen delikten, bedenin içine sıvı veya katı bir şey göndermek. Önce su içmeyi akıl etmiştir. Ağzı kuruyunca suyla ıslatmayı ve yutmayı öğrenmiştir. Sonra da o suyun vücudunun ortasına doğru bir yere gittiğini fark etmiştir. O tam ortadaki yer içten içe kazınmaya başladığında, orayı katı bir şeylerle doldurması gerektiğini anlamıştır. Büyük bir ihtimalle, ilk yediği şey bitkidir. Yakın çevresinde bulunan, rengiyle, şekliyle kendisini cezbeden bir bitki...

Ve ağza alınan her şeyin bir tadı olduğunu anlamış, zaman içinde doyma ihtiyacını, aldığı tadın verdiği zevke göre seçimler yaparak gidermeye başlamıştır. Bence bu seçimler önceleri hep bitkilerden olmuştur. Çünkü insan denen yaratık, bana göre, bitki yemek üzere programlanmıştır. Yoksa dişleri sivri olurdu. Oysa bizim dişlerimiz otoburlar gibi düzdür. O köpek dişleri yumru bitkileri ısırabilir ancak. Peki, ne oldu da hayvanları yemeye başladı? Nereden öğrendi?

Bence başka hayvanları gözlemleyerek öğrenmiştir. Bakmıştır ki güçlü hayvan güçsüz hayvanı yiyor, kendisi neden yemesin? Ama o güç denen şey hiç de eşit değil. Herhalde bir yaban domuzunun üstüne atlayıp, dişleriyle parçalamış olamaz. Yakalayabileceği kadar küçük hayvanlardan başlamıştır. Böcek gibi, balık gibi... Uygarlık denen şey geliştikçe, keskin aletler yapmayı, ateş yakmayı falan öğrenince işi kolaylaşmış tabii.

O gelişen uygarlıkla birlikte, damak zevki denen şey gelişmiştir. Hani çocukken hiç sevmediğimiz yiyecekleri, büyüyünce, hatta belli bir eğitim düzeyine gelince, öğrendikçe severiz ya, öyle. Bu, tattan zevk alma işi ince bir iş. Zamanla gelişiyor. Belli bir konforla da ilişkisi var. Hayvanlar arasında bile öyle. Mesela doğada yaşayan hayvan ne bulursa onu yer, ev hayvanı yemek seçer.

İnsanın eğitimle değil de parayla gelişen damak zevki, belki tatminsizliğin ya da bol bulmanın neden olduğu, değişik tat arama merakı ise, vahşet düzeyinde. Bazısı da iğrenç. Gerçi bu iğrençlik kavramı kültürlere göre farklılıklar gösteriyor. Mesela kedi, köpek, yılan, örümcek, kertenkele, çekirge, akrep, at, eşek gibi hayvanların yendiği kültürler var. Hatta karafatma, böcek larvası falan... Biz bunları yemeyi nasıl düşünemezsek, onlar da bizim yediğimiz etleri yemeyi düşünemiyorlar.

National Geographic kanalında bu konuyla ilgili bir belgesel izlemiştim. Günlerce aklımdan çıkmadı. Her yıl, dünyanın her yerinden zenginlerin bir dolu paralar vererek bir yıl önceden yer ayırttıkları, dünyanın en garip yemeklerinin yendiği bir organizasyon yapılıyor. Neler yiyorlar ama, aklınız durur. Akrep, örümcek falan en basitleri. Canlı maymun beyni, canlı ahtapot ve solucanlar, ayı pençesi, bilumum hayvan, özellikle yılan penisi, ördek dili turşusu, sinek larvası pilavı gibi şeyler. O sinek larvası bin dolardı. Bana göre bunların hepsi iğrenç ama daha önemlisi, her birinin hazırlanması, vahşet düzeyinde ve katliam niteliğinde.

Gelelim tüm bunların yanında bize masum görünen, et, tavuk, balık yeme alışkanlığına. Her birinin üretimi ve tüketimi kendi içinde birer soykırım. Hangi koşullarda üretildiklerini ve ne şekilde katledildiklerini bilseniz bir daha ağzınıza sürmezsiniz. Jonathan Safran Foer’in ‘Hayvan Yemek’ adlı bir kitabı var (çev. Garo Kargıcı, Siren Yay, Temmuz 2012). Bence herkes okumalı. Ben daha yarısına bile gelmeden sarıldım kaleme.

Ayrıca bu konuya eğilmeye, biraz da bir dostumun Kurban Bayramı ertesinde yazdığım yazıdan sonra bana söyledikleri yüzünden karar verdim. “Sen vejetaryen misin?” diye sormuştu önce. Pek sayılmam. Eti kırk yıl yemesem aramam ama adada büyüyen biri olarak deniz ürünlerine zaafım var. O yüzden sayılmam. “O halde böyle şeyler yazmaya hakkın yok” dedi. Çünkü Kurban Bayramı’nın katliama dönüşmesini eleştirirken, kasaplık et kesimine pek itiraz etmiyorum. Çünkü hangi şartlarda yapıldığını bilmiyorum. Çünkü biz, tabağımızdaki etle, o sevdiğimiz hayvanları ilintilendirmeden büyütüldük. Bahçemizde beslediğimiz güzelim kuzu kesilirken ağladık. Ama tabağımızdaki etin o kuzu olduğunu aklımıza bile getirmemeye şartlanmış büyüdük.

O halde çocuklarımıza öğretmeliyiz. ‘Çocuk mutlaka et yemeli’ düşüncesi kural olmamalı. Ete denk başka besinler var. Bir de, Tanrı’nın tüm hayvanları insanlara hizmet etsinler diye yarattığı inancından vazgeçmeliyiz. Tanrı tüm doğayı yarattı. Biz de onun bir parçasıyız. O kadar. Sanırım bundan sonrası artık başka bir yazı konusu.