YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

AKP modernleşmesi

Başlığı böyle koyunca, olumlu bir durumdan bahsediyorum zannedilebilir. Ama pek öyle değil. Dolayısıyla önce modernleşmeden, daha doğrusu modernleşmenin karanlık yüzünden ne kastettiğimi anlatmam iyi olur. Şöyle diyelim: Takriben geçtiğimiz yüzyıl başlarında başlayan ve bilhassa son 30 yıl içinde etkinlik kazanan eleştirel bir bakışa göre, ‘modernleşme’ dediğimiz hareket, tüm dünyada teknolojik/sınai bir atılım yaratmış, görece bir refah sağlamıştır ama zamanla ‘sorgulanamaz’ bir kavram haline gelerek, kentleri, insanları, insan ilişkilerini parçalayan ezen, bir devasa bir güç vasfı da kazanmıştır. Bu haliyle, doğa üzerinde de büyük bir tahribat yaratmıştır. Yani, çok kabaca tarif edecek olursak, Batı’nın öncülük ettiği ve neredeyse ‘tek gerçek’ haline getirdiği/gelen modernleşme hareketi, beraberinde getirdiği kentleşme, kapitalistleşme, yeni medya aygıtları, tek taraflı ve buyurgan bir ses haline gelen televizyon, siyasetin şirketleşmesi/yapaylaşması, gündelik hayatın gitgide bireyi tahrip eden temposu nedeniyle, insanı hem fiziki, hem de ruhsal anlamda parçalayan, mutsuz eden bir hareket olmuştur. Üstelik o sorgulanamaz ‘kalkınma’, büyüme, zenginleşme halesi içinde etkinlik gösterdiği için bireyler ve gruplar bu ‘ezici’ hükümranlığa karşı koyamaz hale gelmişlerdir. Modernizm karşıtı ya da modernizme mesafeli hareketlerin, fikirlerin temel hareket noktası budur ve haksız oldukları da söylenemez. 1970’ler ve 80’lerin Batı dünyasında Yeşiller Partisi ve benzeri hareketlere etkinlik, yaygınlık ve ‘sözüne kulak verilirlik’ sağlayan gelişmeleri de bu çerçevede okuyabiliriz.

Türkiye’ye gelirsek; biz genel olarak bu modernleşme fikrini aslen kültürel/siyasi manada mesele ettik. Değil mi ki Kemalist Cumhuriyet ve kurucu otorite, cenderesine aldığı toplumu 1923’ten itibaren arzusu hilafına muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak (‘adam etmek’) istemiş ama bu arada toplumun ne düşündüğünü zerre kadar umursamamıştı? Ve değil mi ki Cumhuriyet kadroları yüzyıllardır süren kültürel kodları, gelenekleri, etnik zenginliği, çağdaşlaşma - modernleşme adına bıçak gibi kesmişti ve toplumdaki bu köksüzlük, yersizlik, yurtsuzluk duygusunun altında biraz da Cumhuriyet’in bu haşin hamleleri vardı? Ülkede modernleşme eleştirisi büyük oranda bu tezler üzerinden yürüdü. Bu tezleri dile getirenler büyük oranda muhafazakâr çevreler ve küçük bir ölçüde de sol-sosyalist ya da liberal çevrelerdi.

AKP, ideolojisini büyük ölçüde bu modernlik eleştirisi üzerine oturttu. Hâlâ da, AKP’ye gücünü, enerjisini veren, Erdoğan’ın tekrarlamayı çok sevdiği tabirle bu ‘Cehape zihniyeti’dir. Her konuşmada en az bir kere zikredilen bu Cehape zihniyeti ile Erdoğan’ın ve AKP’lilerin kastettiği, yukarıda kabaca tarif etmeye çalıştığım Cumhuriyet’in –negatif manadaki– modernleştirici yönü, hamlesidir. Fakat bu, eksik bir analizdir. Çünkü dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ‘modernleşme’ dediğimiz, kültürel bir hegemonyadan, kültürel/siyasi hamlelerden, ‘otorite’nin bu konudaki eziciliğinden ibaret değildir. Bunun bir de ‘ekonomik’ veçhesi vardır ve en az kültürel-siyasi veçhe kadar önemlidir. Zaten bunları birbirinden ayırmak pek mümkün değildir. Zira ekonomik/kalkınmacı modernizm için de benzer bir tarif yapmak mümkündür. Aynı oranda sorgulanamazdır, aynı oranda ezici/baskılayıcıdır ve aynı oranda hegemonyacıdır. ‘Mutlak’ biçimde doğru bir kalkınma hamlesini baş tacı yapar, bu hamle ile istihdam, büyüme ve rant yaratır. Ve elbette, aynı oranda, toplumları parçalayıcı, ezici, baskılayıcı bir özelliği vardır. Çok basitçe ‘ekmek parası’ diyerek katlandığımız o hırpalayıcı hayatın asıl müsebbibi, modernizmin kanatları altında gelişen kalkınmacı/büyümeci kapitalizmdir. Tam da burada Türkiye yakın tarihinin ilginç bir özelliğini görüyoruz. Şöyle tarif etmek mümkün belki: Modernleşmenin siyasi/kültürel cephesinde asıl motor Cumhuriyet kadroları ve ideolojisi iken, ekonomik/kalkınmacı alanda asıl yürütücü güç DP-AP-ANAP-AKP çizgisinde somutlaşan dindar-muhafazakâr akımdır.

Dolayısıyla ODTÜ’deki, 3. köprü inşaatındaki ağaç kıyımında, üçüncü havalimanı inşaatında yaşanması muhtemel doğa tahribatında, Gezi Direnişi’ni başlatan park kıyımı girişiminde ve en önemlisi, Kanal İstanbul adı altında doğaya hükmetme, aynı zamanda doğal hayatı düzelmeyecek biçimde tahrip etme projesinde karşımıza çıkan, işte bu modernleşmeci/kalkınmacı zihniyettir. Bu zihniyet de kendi projesini sorgulanamaz/eleştirilemez bir ambalaj içinde sunar. Bu projelere itiraz etmeyi neredeyse ‘toplum düşmanlığı’ ile bir tutar. Bu projeleri uygulamak için devlet şiddetini kullanmaktan imtina etmez, hatta sık sık bu yola başvurur. Hafta boyunca ODTÜ’de yaşadıklarımızı büyük oranda bu tablo içinde de değerlendirmek mümkün.

Bu manzara içinde, yeni dönemin öncelikli meselelerinden biri de, Erdoğan’ın tabiriyle ‘yol için cami yıkmayı’ göze alan, bunu ‘medeniyet’ olarak sunan, bu kerameti kendinden menkul ‘modernleşmeci’ zihniyet olacaktır; bu açık. İnsanları, kentleri, sonu gelmez yollar, otobanlar, dev binalar labirenti içinde tasarlayan, bireyi binyıllardır içinde yaşadığı doğadan olabildiğince koparmayı ve böylece o devasa ‘kent’ kavramı içinde küçültmeyi, unufak etmeyi hedefleyen, insanı işe gidip gelebilmekten başka bir şey düşünemez hale getiren bu ‘modernleşmeci’ tasarım kendini sorgulanamaz olarak sunduğu ve ilerlediği ölçüde, toplumu da bu tasarıma bağımlı, başka türlüsünü hayal edemez hale getireceğini düşünmektedir. Dolayısıyla, Türkiye siyasi tarihi ve modelinin bu yönü, daha insani bir yaşamı hedefleyenlerin önüne zorlu bir görev koymaktadır: Hem bu modernleşmenin siyasi/kültürel açıdan hâlâ baskıcı / adam edici olma potansiyeli taşıyan yüzüyle, hem de dindar/kapitalist muhafazakârlıkta cisimleşen ekonomik/kalkınmacı yüzüyle mücadele etmek.

Yaklaşan yerel seçimlere bu açıdan da bakmakta fayda var derim, ezcümle.