ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Mutlaklığa karşı melezlik

İnsan pek çok kimliğiyle birlikte yaşıyor. Günümüz dünyasında, etnik, dini, cinsel, sınıfsal, sosyal, mesleki, ideolojik ve daha nice kimliklerimiz kim olduğumuzu belirliyor, bizi biz yapıyor. Oysa bizi biz yapan, bizi biz yaptığını sandığımız kimlikler aslında bizi insani özümüzden, bizi bizden uzaklaştırıyor.

Değerli büyüğüm Oşin Çilingir, o oya gibi işlediği Agos yazılarında sık sık, insanın benliğinin üzerine kat kat giyindiği kimliklerinden soyundukça insanlığına daha fazla yaklaşacağını, çünkü asıl ve asal olanın çıplak insan olduğunu söylerdi.

Ne yazık ki, kimliklerimizden soyunmak bir yana, onlara sıkı sıkıya sarıldığımız, onlarsız yapamadığımız, ancak daha güçlü ve keskin kimliklere ihtiyaç duyarak var olabildiğimiz bir zamanda yaşıyoruz. Kimliklerimizi mutlaklaştırıyor, kemikleştiriyor, böylece bir yerlere ait olmanın güvencesini hissederken, bir yandan da birilerini yabancılaştırıyor, böylece kendi ötekilerimizi yaratarak kimliklerimizin meşruiyetini ve onlara duyduğumuz ihtiyacı da sağlama alıyoruz.

Amin Maalouf, Öldüren Kimlikler kitabında, Beyrut’ta doğmuş bir Hıristiyan olarak iç savaş sırasında eline silah alıp kimseyi öldürmediği için şanslı olduğunu, ancak bir alt mahallede yaşayıp, kardeşini bir bombanın patlaması sonucunda kaybetseydi her şeyin çok daha farklı olabileceğini anlatır. Baskı altına alınan kimliğimizi daha çok sahiplenir, kendimizi onunla daha çok tanımlarız. Ancak bu şeddeli hal, zamanla bizi katılaştırır, kurutur, soldurur.

Müslüman, Müslümanlaşmış ya da Müslümanlaşmış Ermeniler meselesi, elbette ki her şeyden önce Türkiye’de bir grup insanın yaşadığı sıkıntılar ve baskıların, geçmişin üzeri örtülen adaletsizliklerinin hatırlanması yönleriyle önemli. Ancak konunun en az bunlar kadar önemli bir başka boyutu, aynı bedende yan yana gelmesi imkânsız gibi görünen sıfatların, Ermenilik ve Müslümanlık kimliklerinin pekâlâ bir hayata sığabileceklerini göstermesiyle alakalı.

Bu tarihsel ve sosyolojik fenomen,Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler konferansında iyice aşikârlık kazandığı gibi, Ermenilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın yanı sıra, Türklük, Kürtlük ve hatta Araplıkla da iç içe geçiyor. Ve kanımca, bu iç içe geçişler, bütün bu kimliklerin, hiç de sanıldığı gibi mutlak, sınırları keskin, durağan olmadığını, aksine, karmaşık, melez, akışkan, geçişli olduğunu gösteriyor.

Yani Müslüman Ermenilik ve Müslüman Ermeniler, bu ülkede katı olduğunu sandığımız pek çok şeyin kolaylıkla buharlaşabileceği bir melezlik ihtimalinin mümkün olduğunu işaret ediyor bize. Birbirimize sandığımızdan daha çok benzediğimizi, sandığımızdan daha çok ortak noktamız olduğunu ve artık klişeleştiği için derinindeki anlama karşı duyarsızlaştığımız ‘hepimiz insanız’ sözünün belki de tek gerçek mutlak olduğunu söylüyor. 

 

HrantDink’in kaleminden Müslüman Ermeniler meselesi

Cümle alem biliyor ki, 1915  öncesinde, 1915’te  ve 1915 sonrasında, Anadolu’da yaşayan Ermeniler alıkonulmak ya da korumak amacıyla Müslümanlaştırıldılar. Başta çocuklar, daha sonra genç kızlar ve kadınlar olmak üzere ve  bunların yanısıra da kimi yerlerde köycek, kimi yerlerde kalabalık aileler halinde Hıristiyan Ermeniler arasında bireysel ya da grupsal din değiştirmeler yaşandı.

Bu konu Türkiye’nin hâlâ en tabu konularından biri.

Şu an bile, Türkiye Ermeni Toplumu içinde özellikle Doğu ve Güneydoğu kökenliler arasında, Müslüman akrabaları olan insanların sayısı hiç de az değil. Bunların birbirleriyle ilişkileri bugüne değin bu insanları bütünüyle toplum içi ortak yaşantıya çekebilecek bir noktada gerçekleşmedi. Ne var ki bu tür bağlar, yenilerinin de giderek artan bir hızla ortaya çıkmasıyla artıyor ve sonunun nereye varacağı da belli değil. Geleceğin Türkiye Ermeni Toplumu’nda bu kesimlerin yer alıp almayacağı, içinde mi dışında mı kalacağı ayrı bir soru, ancak üzerinde cesaretle konuşmak gerekiyor.

(…) Büyük bölümü Müslümanlaşmış olsa da halen Hıristiyan kalmış olanlar söz konusu olduğu gibi, kimliğinin farkında olan ama bunu bugüne değin yaşam biçimi haline dönüştüremeyen insanların sayısı hiç de az değil.

Yarın bu insanları Türkiye Ermeni Toplumu’nun neresine oturtacağız sorusu ise, pek de yarına kalacak gibi değil.

En önemlisi ise Kutsal Kitab’ın “Ölmüştü dirildi, kaybolmuştu bulundu” düsturuna bizlerin ne kadar sadık kalacağı.

Bu soru ve düstur bugünden kendini dayatıyor.

(Hrant Dink’in, ‘Türkiye Ermeni Toplumu’nun Ekonomi Politiği’ başlıklı yazısından, 20 Ekim 2006)