YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Kalpsiz bir dünyada kalp aramak

1915 öncesinde ve sonrasında toplam 200 bin Ermeni’nin zorla Müslümanlaştırıldığı ya da Müslümanlaşmak gereği duyduğu tahmin ediliyor. Hemen, kısaca tarif edecek olursak, bu ‘Müslümanlaştırma’ ya da ‘Müslümanlaşma’ kavramı, anne-babaları öldürülen çocukların Müslüman ailelere dağıtılmasını, bu çocuklara bölge beyleri ya da ağaları tarafından el konmasını, bu çocukların devlet gözetimindeki yetimhanelerde asimile edilmelerini, ‘sahipsiz’ olarak görülen kadınlara ve kızlara yine bey ya da ağalarca el konmasını, kimi bölgelerde Ermenilerin gruplar halinde canlarını kurtarmak için toplu halde İslam dinine geçmelerini (ki bunların tümü kabul görmemiştir, buraya geleceğiz), kimi bölgelerde yine bireysel olarak kimi Ermenilerin canlarını, mallarını kurtarmak ya da topraklarından kopmamak için kendi talepleriyle İslam dinine geçmelerini kapsıyor. Tam da bu nedenle, en azından yazarken ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ demek daha doğru.

1915 öncesi, sırası ve sonrasında toplam 200 bin Ermeni’nin Müslümanlaştırıldığı tahmin ediliyor. Konuyla ilgilenen uzmanlar daha iyimser bir tahmin yapıp bunu 100 bin olarak hesapladıklarında bile şöyle bir manzara ile karşılaşıyorlar: Günümüzde birkaç milyon kişinin ailesinde (anneanne, babaanne, büyük hala, büyük dayı, kayınvalide vs) Müslümanlaşmış Ermeni bulunmakta. Bu, çarpıcı ve çok önemli bir sayı. Ki bunu aslında hepimiz bir miktar tahmin ediyorduk.

Bu ülkede böyle konular aslında bir yandan da bilinir. Ve bir sır gibi, fısıltıyla konuşulur. Hrant Dink Vakfı’nın Boğaziçi Üniversitesi ve Malatya Hay-Der ile birlikte düzenlediği ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ konferansı, üç gün boyunca işte bu fısıltıyla konuşulan, çoğu zaman konuşulmayan, çocuklardan, bilhassa da torunlardan saklanan bu büyük ‘sır’rı konu etti. Yurtiçinden, yurtdışından, Ermenistan’dan gelen uzmanlar, bulguları, tanıklıkları, iğne ile kuyu kazar gibi elde ettikleri bilgileri dinleyicilerle paylaştılar. Ayrıntıları bizim gazetede okuyacaksınız zaten; belki burada bu konunun neden ‘fısıltı’ ile konuşulduğunu, resmi/milliyetçi görüşün konuya nasıl baktığını ve en önemlisi, toplumun, yani ‘çoğunluğun’ bununla nasıl yaşadığını konu edinebiliriz.

Toplantı boyunca bunun neden bir sır olarak görüldüğü ve neden fısıltı ile konuşulduğu üzerinde de duruldu. Çeşitli açıklamalar getirildi. Elbette, tek bir açıklama yok. Her şeyden önce, soykırımdan kurtulmuş bir nesilden bahsediyoruz. Kimi zaman çocukken, kimi zaman bir genç kızken Müslümanlaştırılan, bir aileye gelin ya da evlatlık olarak giden biri, hayatının kalan kısmını nasıl yaşayabilir? Bunu anlamak mümkün değil. Ve hayatının geri kalan kısmında ‘çoğunluğun’ Ermenilere hâlâ düşmanca davrandığını, muhafazakârı-Kemalistiyle resmi görüşün bu konunun üzerini örttüğünü, hatta Ermenileri suçlu çıkardığını gördüğünde, bunu nasıl yaşayabilir? Ve İslam’ı seçmesine rağmen devletin nüfus kayıtlarında kendisini ve soyunu Ermeni ya da dönme olarak gördüğünü bildiğinde, bu sırrın devlet tarafından da –muhtemelen ileride aleyhinde kullanılmak amacıyla– korunduğunu/saklandığını bildiğinde, çocuklarının sokakta oynarken ‘gâvur’, ‘dönme’ diye dışlandığını bildiğinde, kendisi de o yersizlik-yurtsuzluk hissinden kurtulamadığında, bunu nasıl yaşayabilir? Bunu anlamamız, tahmin etmemiz mümkün mü? Değil.

Ancak şunu tahmin etmemiz, daha doğrusu görmemiz mümkün: Devletin, –dönem dönem sahibi değişse de bu konudaki tavrı hiç değişmeyen– merkezi otoritenin, resmi görüşün nasıl davrandığını herhalde artık görebiliriz. Yapılan çalışmalar, 1915’te İttihat Terakki rejiminin Ermenilerin yaşadığı bölgelerde %5 (ya da kimi zaman %10) oranında kalmasını hedeflediğini gösteriyor. Bu oranı tutturmak için dönem dönem Müslümanlaşma taleplerine nasıl izin verildiğini, ya da aynı nedenle kimi zaman da bu taleplerin nasıl geri çevrildiğini ve İslam dinine geçmek isteyen Ermenilerin sürüldüğünü görebiliriz. (Taner Akçam’ın bu konudaki sunuşu önemliydi) El konan çocukları alan ailelerin, aynı zamanda çocuğun öldürülen anne-babasının mirasını, yani malını mülkünü de devraldığını görebiliriz. Sadece İttihat Terakki döneminde değil, Cumhuriyet döneminde de devletin bu meseleyi bürokratik açıdan çok yakından takip ettiğini, soyları ve kodları titizlikle tuttuğunu görebiliriz. Tekil, bölgesel hikâyelerin, 1915’te ya da öncesinde nasıl bir gaddarlık yaşandığını ortaya koyduğunu görüp, üstelik toplumun, yerel halkın da bu katliamları bildiği, büyüklerinden duyduğu halde nasıl da sustuğunu, devletin bu konudaki resmi görüşünü onaylayıp, nasıl da fısıltıyla konuştuğunu görüp dehşete kapılabiliriz. Bütün bu haltları yiyen bu devletin, resmi görüşün sözcülerinin, utanmadan, bir de kalkıp “Bu ülkede kripto Ermeniler” var diyerek, sanki Ermeniler İslam dinine casusluk yapmak için geçmişler gibi bir hava yaratmalarını görüp, bu cüret karşısında dehşete kapılabiliriz. Yani, kapılabilirdik – “-bilirdik” diyorum, çünkü konferansı yine sadece bildiğimiz basın organları izledi. Büyük medyanın, muhafazakâr medyanın, hatta ve hatta kimi sol olma iddiasındaki gazetelerin, medyanın bile konferansa ilgisi sınırlıydı. “Üzücü” diyorum, kibarca.

Fakat yine de, bu durum niye sır olarak saklandı, niye fısıltı ile konuşuldu sorularına tam bir yanıt bulamadık. Fethiye Çetin’in konferansın açılışında ettiği sözler, bu açıdan önemliydi. ‘Utanç’ kavramına dikkat çekti Çetin. Anneanneler, babaanneler bunu niye çocuklarına, torunlarına anlatmadılar? Niçin yıllar, yıllar boyunca suskun kaldılar? “Bu” dedi Çetin, “bütün bu olup bitenlere seyirci kalanlar kadar, onlardan da fazla, bu muameleye maruz kalanlar için de utanç vericiydi.” Anlamamız, anlamanın yakınından bile geçmemiz mümkün değil. Ancak tahmin etmeye gayret edebiliriz. Böyle bir muameleye maruz kalan insanların utanması, gayet anlaşılır değil mi? Hele ki karşılarında koca ve sağır bir duvar varsa...

O ruh halini anlayabilmek mümkün olmasa da, konferans boyunca bu insanların kalbinden neler geçtiğini tahmin etmeye çalıyor insan işte. O üç gün boyunca kafamda “Kalpsiz bir dünyanın kalbi” kalıbı dolandı durdu, bir yandan da. Bilindiği gibi, Marx, din için o meşhur “Halkların afyonudur” lafını etmeden hemen önce şunu diyordu: “Din, kalpsiz bir dünyanın kalbidir.” Onlar da kalpsiz bir dünyada kalp aradılar belki de. Ama belli ki, bulamadılar.