YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Yurttan tek parti manzaraları

AKP’nin yıllar içinde, mücadele ettiği şeye dönüştüğünü ne zamandır söylüyorum, söylüyoruz. Bunu derken, en azından benim kastettiğim şudur: Evet, AKP’nin, kabaca 1925-1945 arası olarak alabileceğimiz, CHP’nin tek parti iktidarına yönelik, çoğu zaman haklı eleştirileri vardır. Gerçekten de, o dönem, sadece dindar muhafazakâr kesime değil, Kürtler, Dersimliler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler, solcular ve komünistlere yönelik de büyük, hatta kimi zaman daha büyük bir baskının yaşandığı, hissedildiği dönemdir. (Bu saydıklarım üzerindeki baskıların tek parti iktidarı olmadığında ortadan kalktığını söylemek mümkün değil elbette.) Yine bu dönem, geçtiğimiz günlerde kaldırılan ‘Andımız’da örneğini gördüğümüz gibi, otoritenin tüm ülkeyi tek bir kimlik ve tek bir varoluş tarzına hapsettiği dönemdir.

Fakat, bu döneme ne zaman biraz daha yakından baksak gördüğümüz detaylar, temalar vardır ki, şu yaşadığımız günlerde daha sık hatırlamaktayız: Kurucu, kader birliği yapmış ekibin zamanla dağılması, ekip içinden bir kişinin iktidarını sağlamlaştırması gitgide otoriter eğilimler göstermesi, toplumun totaliter bir havayla değiştirilmek, yeniden biçimlendirilmek istenmesi, kurucu ekipten birileri yavaş yavaş uzaklaş(tırıl)ırken, tek kişi figürünün artık yavaş yavaş netleşmesi, kişi hatta güç tapıncının görünür hale gelmesi, bu tek adam sistemini benimseyenlerin basamakları hızla tırmanması, tek adamın etrafında yeni bir iktidar kliğinin şekillenmesi, bu iktidar kliğinin üyelerinin de en küçük bir hata ile birinci halkadan düşmesi, onun yerine tek adamı daha hırçınca ve daha sadık biçimde savunanların aniden birinci halkaya girmesi vs. Ve elbette, ülkedeki her idari tasarrufa o tek adamın karar vermesi. Bunlar bilhassa tek parti döneminde gördüğümüz, sık sık rastladığımız temalar, hikâyelerdir. Türkiye’ye özgü de değillerdir. Tek adam sisteminin, hayranlığının bir ‘rejim’ haline geldiği ya da gelme emareleri gösterdiği tüm ülkelerde bu eğilimlere, bu gidişata rastlanır.

Mevcut durum, bu tabloya elbette tam olarak uymuyor. Öncelikle, serbest bir seçim ortamından bahsediyoruz. Demokrasinin asgari şartlarına uyulduğu bir dönemdeyiz. Dolayısıyla bire bir benzerlik kurmak mümkün değil. Ancak bu tip ‘tek parti - tek adam’ rejimlerinin, meşruiyetini tartışılmaz, sorgulanmaz kavramlara dayandırdığını da aklımızdan çıkarmamalıyız.

Dolayısıyla, mevcut durumda AKP’nin birçok uygulamasını, ‘millet değerleri’ gibi son derece muğlak ve isteyenin istediği biçimde eğip bükebileceği bir meşruiyet kaynağına dayandırması önemlidir. Buna gerekçe olarak gösterilen seçim zaferleri, hayat daraltıcı politikalar için bir zemin sağlamaz. Seçim zaferi, seçim zaferidir. Kimi politikalar için partinin elini güçlendirir ama toplumun tümünün ahlaki değerlerini yeniden belirleme hakkını vermez. Hele ki bu yeniden belirlenecek ahlaki değerler için bir başka ‘tartışılmaz’ kavrama, dine başvuruluyorsa, orada da büyük problemler var demektir.

Dolayısıyla topluma temel hakları zedeleyici bir politika ya da bir uygulama dayatırken “Millet böyle istiyor” gibi muğlak bir kavrama ve gerekçeye başvurmak, seçimle işbaşına gelseniz bile baskıcı ve totaliter bir politikadır, seçim zaferi bu politikanın gerekçesi değildir ve olamaz.

Şunu da ilave etmek gerek: “Millet böyle istiyor”, “Millet ne derse o olur”, “İstikametimizi millet belirler” gibi argümanlara, totalitarizme meyleden siyasetler ve siyasi figürler çok sık başvurur. Toplumu bütünüyle dönüştürmek isteyen tüm politik aktörler, muğlak, her şeyin ve herkesin içine sığabileceği büyük argümanlar ileri sürmekten geri durmaz. ‘Millet’ diye tek bir kişiden bahsetmek, işlerine gelir. Çünkü bu tek kişi, farklılıkların törpülendiği, yok olduğu bir kişidir. Koca bir toplum, ‘millet’ denen tek bir kişinin özlemlerine, ihtiraslarına, savrukluklarına indirgenir. Ve gitgide, o muhayyel ‘millet’ ile tek adam/lider/parti yer değiştirir. Artık lider millet olmuştur, millet de lider. (Mesela bu çerçevede, ‘millet’ argümanının MHP’deki kullanımına bakılabilir.) Bu, söz konusu politik aktörün topluma nasıl baktığının en bariz göstergesidir. Şu sözler, Başbakan Erdoğan’ın Salı günkü grup toplantısı konuşmasından:

“Milletin çirkin gördüğünü siyasi parti olarak biz de çirkin görürüz. Kötü gördüğünü kötü görürüz. Anayasa ve yasa çerçevesinde milletin bize verdiği yetkiyi kullanır, ne gerekiyorsa onu yaparız. Eğer parti olarak bir şeyi kötü görüyorsak bununla mücadele ederiz.

Biz bir şey söyledik. Bize sadece ve sadece millet istikamet çizer. Bizim rotamızı sadece millet belirler dedik.”

AKP’nin, ‘karışık öğrenci evleri’ de dahil olmak üzere, toplumun günlük hayatına ve ahlaki değerlerine yönelik tüm müdahalelerine bu açıdan da bakabiliriz. Muhayyel bir ‘millet’ adına toplumun günlük hayatını düzenleme, özel hayatına müdahale yetkisini kendinde görmektedir, lider ve partisi. Ve ilginç bir şekilde, kurucu kadrodan eleştiriler gelmekte, çatlaklar, görüş ayrılıkları, devlete/partiye bağlı medya vasıtasıyla yaşanmakta, sonra yine aynı medya vasıtasıyla boğulmakta, bu çatlağın ne şekilde işleneceği devlet-parti tarafından diğer medya organlarına ‘tavsiye’ edilmekte, medyanın çoğunluğu da bu çerçeveye uymaktadır.

Arınç vakası ve öğrenci evleri meselesi nasıl sonuçlanır, bilemeyiz. Bir ihtimal, Arınç ile Erdoğan yine el ele pozlar verebilir; öğrenci evleri meselesi, buna benzer başka meseleler gibi aniden rafa kaldırılabilir. AKP’nin özelliklerinden biri de budur. Ancak totaliter eğilimler de gösteren bir tek adam rejiminin, oy destekli de olsa artık önümüzde belirginleştiğini, bu rejimin her geçen gün Türkiye’nin gündemini daha fazla belirlediğini görüyoruz. Bu tabloya, ülkedeki kadim otoriter devlet geleneğini tazeleyen “Valimizi yedirmeyiz” beyanatını da ekleyebilirsiniz. Yazının başına dönersek; evet, AKP’nin ne zamandır mücadele ettiği şeye dönüştüğünü söylemek mümkün. Hayatta ve siyasette var böyle bir şey. Dikkatli olmak lazım.