YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Yeni rejimin ‘sivil’ aktörleri

Şu gayet açık: AKP ile Gülen cemaati arasında patlak veren savaş şimdilerde ‘dershaneler’ zemini üzerinde sürüyorsa da, konunun ne dershaneyle, ne de eğitim sistemiyle ilgisi var. Meselemiz bunlarla pek de ilgili değil ve bu çerçevede söylenen çoğu şey (aman efendim, çocuklarımız, eğitim sistemimiz vs) alenen yalan ya da çok azı doğru. Başbakan Erdoğan’ın, Gülen cemaatini devletin ve sistemin etkili yerlerinden tasfiye etmeye karar vermesiyle başlayan bir savaşın yeni aşamasıdır, yaşanan.

Nasıl başladı? Net olarak bilmemiz ve bildiğimizi iddia etmemiz mümkün değil ama bir ihtiyat payıyla şunları söyleyebiliyoruz: Gülen cemaatinin MİT’e bir türlü nüfuz edememesi ve Genelkurmay’a ait dinleme cihaz ve ekipmanlarının MİT’e devredilmesiyle, müsteşarlık ve müsteşar bir anda kritik bir makam haline geldi. İkinci adım, MİT yetkililerinin, Oslo görüşmeleri ve KCK operasyonları nedeniyle, –cemaate yakın olduğu düşünülen– yargı tarafından ifadeye çağrılmasıydı. Erdoğan ve AKP bunu cemaatin açık tehdidi ve MİT’i ele geçirme hamlesi olarak gördü ve savaş hızlandı. Akabinde Emniyet ve yargıda AKP eliyle orta büyüklükte ve küçük çaplı tasfiye hareketleri yaşandı. Sonrasında yavaşlayan savaş, karşılıklı hamleler, deklarasyonlar ve MİT’in hedef alındığı haberlerle sürdü. Son olarak, cemaatin insan ve sermaye kaynağında önemli bir yer tutan dershanelerin kapatılması kararı, bu çarpışmaları meydan muharebesine taşıdı.

Mevcut durumda taraflar pek de geri adım atacak gibi durmuyorlar. Gerçi AKP, daha doğrusu Erdoğan’ın oyun planında genelde perdeyi epey yukarıdan açıp sonrasında anlaşmak ve karşı tarafı elindeki çözüme razı etmek vardır ama gördüğümüz, tarafların gayet kararlı olduğu ve cemaatin de kolay kolay geri adım atmayacağı. Zaten tam da bu tabloya bakılarak “Cemaatin oyu ne kadardır?” gibi yorumlar yapılıyor. Ancak şu var ki, cemaat zaten hiçbir zaman oy gücüyle etkili olmadı. Onu etkili kılan, İslam’ın içinden konuşması –ki bu, AKP’nin yumuşak karnıdır–, devlet ve iş dünyasındaki sermaye, kadro ve ‘network’ gücü ve elinde tuttuğu bilgi deposuydu. Büyük ihtimalle ve kanımca MİT içinde etkin olmayı da bu yüzden istediler. Çünkü ‘sistem’in devamı için MİT kritik önemdeydi.

Beri yandan, AKP’nin de –Erdoğan’ın ifadesiyle– devlet içinde devlet gibi davranan bu gücü en azından MİT’e bulaştırmamaya, giderek de devletteki etkinliği azaltmaya, tam da yukarıda belirttiğim nedenle karar verdiği anlaşılıyor. Dolayısıyla, şöyle bir tablo oluştu: TSK etkinliğini, Ergenekon’u birlikte devredışı bırakan güçler, şimdi amansız bir savaşa tutuşmuş vaziyette. Tablonun kimi AKP muhaliflerini heyecanlandırdığı ve “Cemaat AKP’yi devirmese bile, hiç olmazsa sarsar mı?” hesapları yapıldığı da ortada. ‘Düşmanımın düşmanı’ taktiğinin hiçbir zaman hayırlı bir siyaset olmadığını hatırlatıyor ve manzaraya yakından bakalım diyorum.

Savaş ve tarafların savaşı nasıl yürüttükleri, öncelikle her iki tarafın da nasıl bir toplum tasarımı barındırdığı açısından önemli olacak. Şimdiye dek ortaya dökülenler hayli öğretici oldu. Mesela Erdoğan’ın “Şimdiye kadar ne getirdiler de geri gönderdik?” açıklaması, bir ilişki biçimini anlatıyor. Evet, cemaat-AKP işbirliği bir sır değildi ancak şöyle bir tabloyu nasıl değerlendirmeliyiz? Ellerinde birtakım dosyalarla AKP’ye giden ve Erdoğan’ın demesine bakılırsa her istediği yapılan bir... bir... bir ne?

Evet, meselemiz bu. Cemaat dediğimiz nedir? Devlet, eğitim ve sermaye içinde örgütlenmeye bu derece önem veren bir yapıya ‘sivil toplum örgütü’ diyemeyiz herhalde. Gülen cemaatinin yargı ve emniyet içindeki etkinliği artık bir olgu özelliği taşıyor. Cemaatin bununla da kalmayıp kritik meselelerde pozisyon aldığını da biliyoruz. Mesela çözüm sürecine ta Oslo görüşmeleri döneminden beri pek de hayırhah bakmadığı bilinmekte. Kürt siyasetini köşeye sıkıştırmayı amaçlayan KCK operasyonlarını da herhalde cemaatten ayrı düşünemeyiz. Ergenekon soruşturmaları döneminde kurunun yanında yaşın da yanmasını meşrulaştıran güçlerin başında cemaat geliyordu. Dalganın ilgili ilgisiz her AKP ve cemaat muhalifine uğramasını cemaat de savundu, hatta bunun altyapısını kurdu ve hiç de inandırıcı olmayan delillerini üretti. Türkan Saylan, Ahmet Şık, Nedim Şener gibi isimlerin başlarına gelenlerde AKP’nin ideologları kadar cemaatin de rolü yok muydu? AKP ile işbirliği yapılan, aynı çıkar zemininde buluşulan alanlarda cemaatin antidemokratik uygulamalara pekâlâ destek verdiği ortada.

Beri yandan, bu ilişki biçimi AKP’yi de spotların dışında bırakmıyor. Detaylarını kimsenin bilmediği kapalı kutu bir devlet/sermaye sistemine cemaati de ortak eden, AKP’dir. Her getirdiğine “Tamam” diyen, AKP’dir. Ergenekon ve diğer soruşturmalarda hukuk dışına çıkılması elbette AKP’nin onayı ile yapıldı. Çok sıkışılan yerlerde “Biz değiliz, cemaat yapıyor” diyen de AKP idi. O dönemlerde AKP içinde ve basınında kimse cemaati şimdiki gibi eleştirmiyordu.

Tabii, mesele bununla da bitmiyor. Manzaraya baktığımızda şunu görmemek mümkün değil: AKP bir yandan hesap sorulamayan bir gücü yani cemaati devlete ortak ederken, bir yandan da MİT’i bu tartışmalardan bağımsız olarak güçlendiriyor, neredeyse rejimin ortağı haline getiriyordu. Mevcut durumda Suriye’deki hayli tartışmalı politikayı yürüten de, çözüm sürecini yürüten de MİT’tir. Geçen hafta, şu kriz sayesinde öğrendiğimiz gibi, köşe yazarlarını –ve kim bilir daha kimleri– sahte isimlerle, hâkimleri de ‘koordine’ ederek dinleyen de MİT’tir. Bu ortaya çıkan belgelere ne AKP basınından, ne de sivilleşmeyi önemseyen AKP yanlısı yazarlardan herhangi bir yorum gelmiştir.

Dolayısıyla, şunu söylemek mümkün: Bu savaş sayesinde biraz daha anlıyoruz ki yeni rejimi ‘sivil’ ve şeffaf siyaset söylemi üzerine kuran AKP’nin yaptıkları, iddiasıyla pek de uyuşmuyor. Vesayet sistemi olumlu bir adım olarak geriletildi ancak önce cemaat, şimdi de MİT gibi sorgulanamaz, hesap vermez, meşruiyeti/kerameti kendinden menkul, kapalı devre güç odakları rejim içinde ağırlık kazandı. Ki, bu savaşın anlaşma ile sonuçlanması durumunda (belli mi olur?) cemaatin yeniden devlet içindeki ‘fevkalade müsaadeye mazhar’ konumuna dönmesi de mümkün. En az dershaneler kadar, hatta ondan da önemli bir meselemiz var yani.