OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Tarih(çilik) ne işe yarar?

Neden bunca insan, ‘olmuş bitmiş’ meseleler üzerine bu kadar çok kafa ve çene yorar? Şüphesiz, bu soruya verilecek, aralarında “Bugünümüzü daha iyi anlayabilmek için” türünden klişelerin de bulunduğu birçok cevap vardır. Benim açımdan tarihin en önemli işlevi, bir özgürleştirme aracı olmasıdır. Tarih bir özgürleştirme aracı olmak zorundadır, çünkü bir tahakküm aracıdır. Bu tahakküm çeşitli biçimlerde tezahür edebilir; bir cinsel kimliğin öteki üzerindeki tahakkümü olabileceği gibi, etnisite, din veya sınıf temelli de olabilir. Bir bağlamda biri ön plana çıkarken, başka bir bağlamda öteki kendini daha ağır biçimde hissettirebilir. Bu tahakküm(ler) yani şimdiki zamanın iktidar söylem ve yapıları, belli bir geçmiş anlatısı üzerinde yükselir. İktidarı geniş kesimlerin gözünde meşru ve kabul edilebilir kılan, devletin bütün aygıtlarıyla ve kitle iletişim araçlarıyla durmadan tekrarlanan bu anlatı, bugün toplumsal ve siyasi olarak içinde bulunulan durumu, varılacak en doğru yer olarak tarif etmekle kalmaz, geçmişten bugüne yaşananın mümkün olan neredeyse tek versiyon olduğunu iddia eder, alternatif tarihleri karanlıkta bırakır. Bu anlatının içinde yalan vardır ama aynı zamanda bazı olgular da unutturulur, yokmuş, hiç olmamış gibi yapılır. Tarihin, daha doğrusu tarihyazımcılığının, tahakkümün yaratılması ve devamındaki rolü basitçe budur.

Öte yandan, bir söylemin tarihsel olarak yaratıldığını gösterebilmek, onun arkasında durduğu ‘günümüz gerçeği’nin kaçınılmazlığını, dolayısıyla değiştirilemezliğini sorgulamaya açar. Bu sorgulamanın başladığı an, özgürleşme başlar. Alternatif bir şimdiki zamanın mümkünlüğü, alternatif bir geçmişin mümkün ve var olduğunu göstermekten geçer.

Bu çerçevede, tarihçinin sorumluluğu, hâkim veya anaakım tarih anlatısını sorgulamak, onun unutturmaya çalıştıklarını hatırlatmak, alternatif geçmişlerin mümkün olduğunu göstermektir. Bunun dışında kalan tarihçilik, ya bilerek veya bilmeyerek tahakküme hizmet ediyor demektir, ya da bir ‘hoş vakit geçirme’ aracı, bir atlıkarıncadır. Başka bir deyişle, tarihçilik ya siyasi bir uğraş, ya da bir hobi olmak durumundadır, çünkü yaptıklarınız kadar yapmadıklarınız, söyledikleriniz kadar söylemedikleriniz de size siyasi bir pozisyon verir.

Hele Türkiye gibi, farklı kimlikler arasında iç barışını sağlayamamış, birlikte yaşamanın asgari müştereklerini oluşturamamış ülkelerde, tarihin, zulmün devamındaki -–veya izalesindeki– rolü daha net biçimde ortaya çıkar; çünkü tarih, şimdiki zamanda belli kimliklerin eşit demokratik süreçlerden dışlanması, ayrımcılığa maruz bırakılması için meşruiyet sağlayan bir arkaplan olarak kullanılır. Bu anlamda, Türkiye’de tarih ‘geçmiş, bitmiş’ bir olgu değildir, bugün yaşanandır. Türkiye’de bu grupların başında Müslüman olmayanlar, yani Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler gelir. Bu gruplar bu toprakların tarihi içinde öyle bir pozisyona yerleştirilir, öyle bir tasvir edilirler ki, Cumhuriyet dönemi boyunca uğradıkları haksızlıklar adeta normalleşir, doğallaşır. Onlar ‘eskiden gelen hainlikleri’nin bedelini ödüyorlardır. Onlara biçilen bu pozisyon, tarih içinde yüzlerce yıl geriye doğru ‘uzatılır’ ve bu gruba mensup bireylerin bütün eylemleri, diğer bütün toplumsal özellikleri bir kenara bırakılarak, hep ‘gayrimüslimlikleri’ yani ‘hainlikleri’ üzerinden değerlendirilir. Onların ‘özü’, ‘tıyneti’ budur; varoluş itibariyle Türk-Müslüman düşmanıdırlar.

Onların bu ‘hain işbirlikçi’ konumuyla çelişen bütün olgular, hâkim anlatıda görmezden gelinir. Bu olgulardan en önemlilerinden biri de, gayrimüslimlerin Osmanlı ordusunda askerliği meselesidir. ‘Hain’ olarak tanımlanan kişilerin ülkenin ordusunda savaşmış ve ölmüş olmaları düşünülemeyeceğinden, hikâyenin bu kısmı, çelişkiyi örtmek üzere karartılır. Bugün birçok ‘sıradan vatandaş’ için, Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin Osmanlı ordusunda askerlik yapmış olmaları, aklın alacağı bir şey değildir. Bunu duyunca şaşırırlar. Nitekim, Yüzbaşı Sarkis Torosyan’ın anılarının ele alındığı bir televizyon programında (27 Ağustos 2012, A Haber, ‘Bi Sormak Lazım’), spiker söze şöyle giriyordu: “Hakkında binlerce yayın hazırlanan Çanakkale Savaşları’nın bambaşka bir yüzünü önümüze koyan bir kitap var gündemimizde.” Bilerek veya bilmeyerek, meseleyi çok iyi yansıtan bir ifade. Evet, hakkında depolar dolusu yayın yapılan Çanakkale Savaşları sırasında Osmanlı ordusunda bulunan gayrimüslim askerler, üzerinden 90 yıldan uzun bir zaman geçtikten sonra, bugün nasıl hâlâ “bambaşka bir yüz” olabiliyor? Neden biz hâlâ bunları bilmiyoruz? İşte, tarih bir tahakküm aracı olarak işlev gördüğü ve oradaki gayrimüslim asker hikâyeleri bize bugünün iktidar(lar)ını sorgulatacağı için.