YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

‘Age of’ pişkinlik, pervasızlık

Meşhur İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm, o iyi bilinen ve 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarını geniş bir perspektifte ele aldığı seride, kitap isimlerini ‘The Age of Revolution’, ‘The Age of Capital’ ve ‘The Age of Empire’ olarak belirlemişti. Ben de, haftabaşında memlekette olup bitenleri düşünürken, “Hobsbawm yaşasa ve diyelim ki Türkiye’nin son birkaç yıllık dönemini ele alsaydı, şu başlıktaki ismi seçer miydi acaba?” dedim. Zira son yıllarda, özellikle de 17 Aralık soruşturması sonrasında AKP’ye baktığımızda gördüğümüz, müthiş bir pişkinlik, pervasızlık.

Soruşturmaya geçmeden önce, aynı oranda takıldığım başka bir meseleden bahsetmek isterim. Demokrasi, insan hakları gibi konularda uluslararası alanda çalışmalar yürüten Freedom House’un Türkiye’ye ilişkin raporu yayımlandı, bildiğiniz gibi. Rapor, Türkiye’nin basın özgürlüğü açısından gerilediğini söylüyor. 197 ülkeye uygulanan ölçütlerde Türkiye 120. sıradan 137. sıraya düşmüş. Bir başka deyişle, ‘kısmen özgür’ ülkeler liginden ‘özgür olmayan ülkeler’ ligine... Raporda şöyle deniyor: “Basın özgürlüğü ortamı, Gezi Parkı protestolarını haberleştirmeye çalışırken gazetecilerin taciz edilip saldırıya uğradığı sene boyunca kesin bir şekilde kötüleşti, onlarca gazeteci işten atıldı ya da protestocuların taleplerine sempati göstermelerine bir cevap olarak istifaya zorlandı. Önde gelen gazeteciler yolsuzluk skandalları gibi hassas konuları yazdıkları için kovuldu. İşten atılmalar, hükümet ve birçok medya patronu arasındaki yakın ilişkiyi ve bunun gazeteci üzerinde oluşturduğu resmi ya da gayriresmi baskıyı öne çıkardı. Ekonomik faktörler, medya bağımsızlığı ve çeşitliliğini sınırlamada önemli bir rol oynuyor.”

Bunu rapordan okumamız şart değildi elbette, her gün yaşıyoruz. Fakat bu rapor karşısında, mesela Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ne dese beğenirsiniz? “Türkiye, kısmen özgür denen ülkelerden bile daha özgür.” Üstelik, Davutoğlu’nun bir de isteği oldu: “Gazetecilerin bu raporu reddetmelerini bekleriz.”

Şu raporda da anlatılan, aylar boyu gözümüzün önünde olup bitenleri diyelim ki inkâr ettiniz. Olabilir, çünkü devlet olmanın, iktidar olmanın ilk kuralı inkâr etmektir. Peki, şu tapelerdeki ifadeleri ne yapacağız? Televizyonları Fas’tan arayan, muhalefet liderlerinin sözlerini altyazıdan çektiren kimdir? Yayınlarda konukların ne söyleyeceğine karışan kimdir? Medya gruplarındaki adamlarını bıktıracak derecede arayan kimdir? Bir holdingin patronuna, telefonda “Gereğini yapın” talimatları veren, en sonunda onu ağlatan kimdir? (Bu iktidar-medya otobanının çift yönlü işlediğini de unutmayalım.)

Tablo böyle iken, yaşananların üzerine bir de bu konuşmaları duymuşken, Dışişleri Bakanı’nın kalkıp “Gazetecilerin o raporu reddetmesini bekleriz” demesini nasıl karşılamalı? Bu talebe ne demeli?

Gelelim Pazartesi günü Meclis’te olup bitenlere. 17 Aralık soruşturması sonucu hazırlanan fezlekeler TBMM’ye geldi ve soruşturma sonrası kabine dışı kalan, iddiaların odağındaki bakanlar için bir soruşturma komisyonu kurulması gereği ortaya çıktı. İşte, TBMM’de oluşturulacak olan bu komisyonun görüşmeleri olacaktı Pazartesi günü. Fakat o da ne, bir de baktık ki TBMM TV o gün yayın yapmayacakmış. Neden? Efendim, o kanal akşamları TRT spor kanalı olarak görev yaptığından ve o gün kimsenin bilmediği, programda da görünmeyen spor karşılaşmaları olacağından, gün boyunca yayın yoktur. Peki, nasıl izleyeceğiz? TBMM’nin internet sayfasından (ki o da doğru dürüst çalışmadı). En sonunda bir milletvekili (Melda Onur) tabletiyle içeriden yayın yaptı. Bizi neye alıştırdıklarını farkında mısınız? Düpedüz gizlediler bu oturumu. Kararttılar. Ve bunu gözümüzün içine baka baka yaptılar. Konu gündeme geldiğinde, AKP’li Nurettin Canikli, Meclis’te bağırıyordu, “İnternette var, herkes cep telefonundan izlesin” diye. Oldu canım, bir de cebimizden para vereceğiz vatandaşlık hakkımızı kullanmak için. Yani, sansüre böyle bir kılıf bulunması çok sofistike değil mi?

Bu, işin yayın kısmı; bir de kendisi var. Mesela soruşturmanın odağındaki isimlerden Rıza Zerrab’ın arkasında Türk bayrağıyla hükümete yakın bir kanala çıkmasına, saatlerce konuşmasına ne isim verebiliriz? Ya da, Zerrab’ın bu yayında “Ben Türkiye’nin carı açığının yüzde 15’ini kapattım” demesine?

Ya bakanların savunmasını ne yapacağız? “Saatlere zaafım var”dan girip “Bir bakan nasıl dinlenir?”e uzanan savunmalar. Yahudi lobisinden girip, neo-con’ların kumpasından çıkmalar; başörtüsü konusunda geçmişte yapılan açıklamalara ve bu nedenle AKP kapatma davasında yargılanmalara sığınmalar; ve toplamda, “Bu bir darbe girişimidir” deyince akan suları durdurmalar.

Her şeyi geçtim, şu var: Madem bu bir darbe girişimi, Meclis’teki oturum neden kapalı kapılar ardında yapıldı? Açaydınız yayını, göreydik biz de darbeye direnmenizi?

Velhasıl; orta yaşlara yakın sayılırım, 12 Eylül ve sonrasını, ANAP ve DYP dönemlerini gördüm. Yolsuzluk, usulsüzlük ve en önemlisi medya ve iş dünyasına müdahale iddiaları karşısında böylesi bir ‘üste çıkma’ zihniyetine hiç tanık olmadım. Bu, toplumdaki bir eğilimin iktidara yansıması mı, yoksa iktidar mı topluma ‘rol modeli’ olmaya çalışıyor, onu düşünüyorum.