YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Bu kara kimin karası?

Bu yazı yazılırken, Soma’daki özel şirkete (Soma Holding) ait kömür ocağında yaşanan patlama sonucunda ölenlerin sayısı 245 olarak açıklanmıştı. Ocakta kalan 100’ü aşkın kişinin dışarı çıkarılmaya çalışıldığı bilinmekte, umutlar da gitgide tükenmekteydi. Yani, tarihimizin en büyük maden faciasıyla karşı karşıya olduğumuz, artık ortaya çıkmıştı.

Söylenecek çok şey var. Yangın (daha doğrusu, ne olduğu hâlâ anlaşılamayan vaka) duyulduğu andan itibaren gözlerimizle gördük ki, hükümet alenen bilgiyi sakladı, gerçek sayıları telaffuz eden belediye başkanları bir süre sonra ortadan kayboldu, bu bilgiyi canlı yayında elde eden kanallar bir süre sonra yeniden ‘resmi rakamlar’ hizasına çekildi. Bir anda ‘resmi rakam’ fetişizmi yaratıldı. Devlet, yani AKP bir kez daha bilgi dolaşımının, medyanın üzerine tüm gücüyle oturdu. Bilgiye yine sosyal medyadan, Twitter’dan ulaştık.

Öte yandan, aynı saatlerde CHP’nin birkaç hafta önce, Soma’daki madenlerde meydana gelen kazalar için Meclis’te bir araştırma önergesi verdiği ortaya çıktı; üstelik bu önergenin AKP’li vekillerin oylarıyla reddedildiği görüldü. Hatta, bir AKP milletvekilinin (Şamil Tayyar) “Muhalefet gündemi tıkamak için eften püften önergeler veriyor” dediği hatırlandı. Bu tavır, patlama sonrasında, Başbakan Erdoğan tarafından da paylaşıldı.

Facianın ilk dakikalarında, yetkililer ve bakanlar, ölenleri ‘şehit’ olarak andı. Böylece, bu cinayete bir mistifikasyon katıldı; muhtemelen ölenlerin yakınlarının ve bölgedeki insanların gönüllerinin okşanacağını düşündüler. Şu katliama bile böyle küçük hesaplar karıştırıldı, en yüksek makamlardan.

Beri yandan, bu şaşırtıcı değil. Zira bu hükümet bundan önceki kazalarda ölenler için “Güzel öldüler” demiş, “Ölmek bu işin fıtratında var” diye buyurmuştu. Bu bir kez daha yinelendi, Başbakan “Bunlar olağan şeyler” havasında konuştu. Utandık.

Madenden sağ çıkabilen işçiler, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, düzgün bir denetim yapılmadığından, denetim öncesinde Ankara’dan gelen bir telefonla üretimin yavaşlatıldığından bahsettiler.

Patlamadan 24 saat sonra bile madende kaç kişinin kaldığı tam olarak bilinmiyordu. Daha doğrusu, hükümet, elindeki bu sayıyı paylaşmıyordu, bilginin şirketten geldiği gerekçesiyle. Bu gerekçenin mantıksızlığı bir yana “Gerçek sayı acaba kayıt dışı işçi çalıştırıldığı için mi bilinemiyor?” sorusu dolanıyordu ortada.

Bu arada, hastanenin önünde işçi yakınları saatlerdir, bir bilgi kırıntısı için çaresizce beklemekte, kimseye ulaşamamaktaydı.

En mühim ve yanıtlanmamış soru ise şuydu: Yüzlerce işçi neden ölmüştü? Trafo patlaması mı, yangın mı olduğu bilinmeyen vaka, nasıl oluyor da bu kadar işçinin ölümüne sebep oluyordu? Madende trafoların yangın geçirmez maddelerle kaplı olması gerektiği bilinmekteyken... Ya da, aşağıda ne olduğunu gerçekten bilen biri var mıydı ortalıkta? Patlamanın üzerinden 24 saatten fazla bir vakit geçmişken, bu sorunun cevabını bilmemekteydik.

Hepsinin ötesinde şu özelleştirme meselesi. Madenlerin devlette kalması bir can güvenliği garantisi değil elbette , ancak özelleştirmenin, ilave olarak taşeronlaştırmanın da bir çare olmadığı ortada, ve bu çok acı bir biçimde, bir kez daha önümüze geldi.

Keza bu kâr hırsı, verimlilik takıntısı, özelleştirilse de özelleştirilmese de, ta ANAP döneminden beri tüm kömür madenlerinin yakasına yapışmış bir illet ve bundan kurtulmak çok zor görünmekte.

Velhasıl, bütün bunları hesaba katarak birilerinin yakasına yapışabiliriz, birilerinden hesap sorabiliriz. Ve haklı da oluruz. Çünkü bunların tümü vakıa, hepsi gözümüzün önünde oldu.

Ancak bunların hepsini yapsak bile, içimizde bir yerde bizi huzursuz eden bir şey olmayacak mı? Bilmem. Olabilir, belki de.

Sair zamanda bu meseleyi zannettiğimiz kadar dert etmediğimizi söyleyebilir miyiz, mesela? Böyle kazalardan, daha doğrusu cinayetlerden sonra hayatın bir şekilde devam ettiğini... Toplumun kalan kısmının da böyle meseleler üzerinde bir-iki gün durup sonra geçip gittiğini, ardına bile bakmadığını...

Sendikalaşma, kayıt dışı çalışma filan derken, belki kendimizin bile dahil olduğu bir sendikasızlaşma ortamında yaşadığımızı...

Soluyla, merkez soluyla, sendikasıyla, STK’sıyla, oralarda düşündüğümüz kadar etkili olamadığımızı; her şeyin ötesinde, şu kadar yıl geçtikten sonra hâlâ bir dil, bir duygudaşlık kurulamadığını; ‘sınıf’ dediğimizin soyut bir varlık olmadığını; o karşısında mahcup ve şehirli kalakaldığımız, ne diyeceğimizi tam bilemediğimiz somut insanlardan oluştuğunu... Bunun her böyle vakada bir kez daha ortaya çıktığını ve her böyle faciada o mesafenin daha da açıldığını...

Ve tüm bunlara, kimi haklı, kimi haksız, bazı gerekçeler bulabileceğimizi; bu durumun da ayrı bir çaresizlik yarattığını...

Belki de içimizi huzursuz eden şeyin bu çaresizlik ya da güçsüzlük olduğunu...

Nihayetinde, madenden çıkan işçilerin yüzlerindeki karanın, aslında hepimizin karası olduğunu...

Bilmem, düşünmenin zamanı mıdır? Şu an için başsağlığı dilemekten başka bir şey gelmiyor elden.