NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

İstanbul’a dönüş

 

1965 yazı. Londra safahatini ikmal edip İstanbul’a döndüm. Sevgili dostlarım Jim ile Sandy, Cihangir’deki dairelerini bana bırakmak için, on günlük Mısır gezisine çıktılar. Evlerinde buzdolabı lepalep dolu, içkiler gani, balkonda Boğaz, hatta bir de zarf içinde para, lazım olur diye...

O ilk günlerde Demir (Mıgırdiç Timurcuoğlu) beni galiba Yeşilköy’de bir bar mı müzikhol mü meyhane mi bir yere götürdü. Büyükçe bir yer, şık giyinmiş kadınlar erkekler, kırmızı atlas gömlekli bir gitarist, İspanyol Meyhanesi falan gibi şarkılar. Hiç durur muyum, git al mikrofonu, “Yahu allahaşkına, bırakın İspanyol Meyhanesini falan, türkü söyleyin, türkü dinleyin, ne bu haliniz?..” gibi bir şeyler söyle, Mıgır utanıyor mu ne oluyor aldırmadan, bir de haddini bilmeden, cemaate Ruhi Su’nun “Hasan Dağı” türküsünü attır bet sesinle ... Olacak şey mi?

Mıgır’ı tanıyın, kıymetini bilin ki, hala benimle dostluk-arkadaşlık eder...

O dönüş günlerinden birinde Demir Özlü’yle buluşacağız. Demir benim Tıbrevank’ta bir yıl, galiba 9. sınıfta, Sabri Altınel’in Fransa’ya gitmesi nedeniyle, edebiyat öğretmenim oldu. Sabri Bey’den 6-7 alan uçuyor, Demir, hayretler içinde, nasıl böyle bir nesir olabilir diye, ne yazsak hayran, herkese 9-10...

Demir Özlü daha o zaman öykü yazarlığıyla tanınan biriydi. Varoluşçuluğun önde gelen bir temsilcisi. Öykülerini okurduk. Bunaltı ilk öykü kitabıydı. Soluma’yı 2003’te bizim Adam Düzyazı Klasikleri dizimizde de yayımladık. Tezer Özlü (Duru) ile genç yaşında yitirdiğimiz sıradışı bir öykü yazarı olan Sezer Özlü’nün ağabeyidir.

12 Mart 1971 darbesinde hapis yattı. Askerliği çavuş çıkartılarak yaptırılanlardandır. 12 Eylül darbesinden az önce İsveç’e yerleşti. Askerlerin, “Vatanın sana ihtiyacı var, dön yurduna,” emrine uymadığı için vatandaşlıktan çıkartıldı.

Seksenli yılların bir yerinde, galiba ‘86’da, Volvo’nun davetiyle bir haftalığına İsveç’i gezip dolaştıktan sonra Göteburg’a döndük. Oradan Stockholm’e gittim, Demir’i görmeye. Bir sabah buluşup bütün gün Stockholm’ü dolaştık. Yarım milyon nüfuslu bir şehir, her yer heykel dolu, yazarlar, şairler, sanatçılar...

Demir “Türkiye’de şiir kitapları kaç satıyor?” diye sordu. 600-800-1.000, dedim. “Oooo, çok iyi,” dedi. Demir, allahaşkına, neresi iyi bunun, burada kaç satıyor şiir? diye sordum. 500-600, dedi. Ya bunca heykel, bunca şair heykeli? diye üsteledim. Ha, onlar işte 88-1.000 satanlar, dedi Demir...

Demir Özlü (öbür Demir’le, Mıgırdiç’le ad benzeşmesi tümüyle rastlantısaldır!) Elmadağ’da bir Cafe’de randevu verdi. Zaten Le Bon, Markiz gibi cafe’leri hep severdi. Buluştuk, masada saçsız başıyla ellisinde biri daha var, Demir, “Celal Sılay,” diye tanıttı. Celal Sılay, benim İngiltere’den yeni döndüğümü öğrenince, “Git, kaç, gelme, git, kurtul, ne işin var bu memlekettte?” gibi, bunun gibi sözler söyledi. Ben memleket hasretiyle yanıp tutuşarak, ÇuhÇuh’a binip “İlle vatan, ille vatan,” nidalarıyla koşup gelmişim, şu söylenene, şu söyleyene bak! “Gidilmesi gerekiyorsa, siz ne duruyorsunuz, buyurun gidin!..” gibi birşeyler söyledim.

Yani, Mıgır’ın beni götürdüğü lokaldeki nobranlığımla bunun pek farkı yok...

Zaten söyleneni idrak, pişmanlık, utanmak sonradan gelir, geliyor...

Boşa dememişler: Söz ağzından çıkana kadar sen ona hakimsin, çıktıktan sonra o sana...

Demir Özlü, Amerikalı arkadaşlarımın bana bıraktıkları evde bir akşam içkilerimizi içerken, benim Londra’da yazdığım şiirleri dinlemek zorunda kaldı. Beğenmedi. T.S. Eliot etkisinde yazılmış şiirler olduğunu, yazdığım bir diyalogun da Beckett’i çağrıştırdığını söyledi. Bunları kötü şeylermiş vurgusuyla söyledi, ben de öyle anladım zaten, ama sonradan, yıllar sonra, 19-20 yaşında biri için bu benzetmeler pek de kötü değil, diye düşündüğüm oldu doğrusu...

Celal Sılay, öte yandan, nevi şahsına münhasır bir şairdi. Onu, şiirlerini bilmiyordum, tanıştıktan sonra merak edip okudum. İlginç şiirlerdi. Onunla neden öyle tepkici konuştuğuma, kendisini neden daha yakından tanımadığına hayıflandım. Ama iş işten geçmişti, ben Adam Yayınları’nı kurmadan çok önce, 1974’te Celal Sılay göçmüştü.

BAŞIM başlıklı, Vala Nurettin’e adadığı şiir şöyle başlar:

 

            Tutup saçlarından başımı

            İbret pazarlarında gezdireceğim,

            Boyun eğmiştir, ümit etmiştir... diye

            Bu gafil başı teşhir edeceğim!

SUAL adlı şiiri de kendine, kendisini hırpalayan, zor sorular sorar:

            Zincirlerle çekiyor işçiler

            Güneşi, yatağımın başına,

            Ben nasıl çıkarım bu kirli yüzle

            Güneşin karşısına?

            ...

            Gece örtülüyor üstüme,

            Uyutmak için zannederim,

            Kim yaşatıyor beni hala,

            Cevap isterim?

Hiç kuşku yok, hayat bana çok iyi davrandı. Çağdaşlarımı, akranlarımı bir yana koyun, İlhami Bekir Tez’i, Hasan İzzettin Dinamo’yu, Nail V’yi, Zahrad’ı tanıdım. Sabri Altınel gibi bir şair öğretmenim, arkadaşım oldu. 1960’tan sonra tanıdığım yazarları, şairleri, eleştirmenleri yan yana sıralasak, Çağdaş Türk Edebiyatı Yakın Tarihi gibi bir tablo çıkar ortaya. Onlarla zenginleştim. Ne mutlu!

Ama, işte, insanoğlu bi tuhaf, elde ettikleriyle yetinmiyor, edemedikleriyle dertleniyor... Ben de, Muzaffer Tayyip’i, Rüştü Onur’u niçin tanımadım, Zabel Esayan’la, Bedros Turyan’la, Mateos Zarifyan’la, Çarents’le niçin ahbap olamadım, Mardiros Saryan’la, o muhteşem Ana-Oğul tablosunun ressamı, Van doğumlu Arşil Gorki’yle görüşemedim, bunlara üzülürüm. Moskova’da Nazım’ın evini ziyaret ettim, evet, karısı Vera ile o evde öğle yemeği yedim, amenna, Jak İhmalyan’ın evine de gittim, karısı Mari’yi, oğlu Vaçe’yi tanıdım, doğru, ama işte Nazım’la, Jak’la yarenlik edebilmek vardı... Pertev Naili Boratav’ı, Niyazi Berkes’i, Abidin Dino’yu, evet, tanıdım, gittim yaşadıkları yerlerde onlarla buluştum, ama öyle uzun uzun, gönlümün istediği gibi dost-arkadaş olamadım. Resmin en has evlatlarından Burhan’la arkadaşlık ettim, doğru, ama Avni Lifij’i, Nazmi Ziya’yı da tanımak isterdim doğrusu...

Halim Şefik’in BURASI başlıklı bir şiiri var, kalender şairini çok iyi anlatan, Otopsi adlı (tek) kitabından:

            Şimdi nerde olmak isterdim

            Kadıköy’de Fikirtepesi’nde

Murat Sineması’nın karşısındaki kahvede

Ya da

Sarıyer’de iskeleye çok yakın bir evde

Ama

Burası da iyi

Kanaatkar olmak için önce halim olmak gerekiyor belki de...