ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Vay kez Erdoğan!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, son Diyarbakır gezisinden dönüşünde gazetecilere Hrant Dink cinayetine ilişkin söyledikleri, Erdoğan’ın bu davayı siyasi olarak nasıl araçsallaştırdığını göstermesi bakımından ibretlikti. Başbakan, belli ki, Dink cinayetinin, mevcut koşullar altında açık veya örtük bir işbirliği içinde olduğu kesimlere ulaşan uçlarının gündeme gelmesinden korkuyor. Bu yüzden de, üstelik tam da Anayasa Mahkemesi’nin Dink davasında eksik soruşturma yürütüldüğü yönündeki kararının ertesinde, cinayeti “kişisel bir dava” şeklinde yorumlayarak, hedef saptırıyor. Erdoğan bu uğurda, şu günlerde ayağa taşa takılsa müsebbibi bileceği Cemaat’le ilişkili polisleri dahi cinayetle ilgili bağlantılardan masun kılabiliyor. Bu, “Hiçbir cinayet Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” demiş bir Başbakan’ın ibretlik ‘U’ dönüşünün öyküsüdür.

Önce, Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, Star Televizyonu’na verdiği mülakatta kendisine sorulan, “Bugün TSK’ya karşı komploları daha iyi anladığınızı söyleyebilir misiniz?” sorusuna verdiği cevapta zikretti Hrant Dink’in adını. “2007 önemli yıl; Hrant Dink olayı. Ben aynı kanaati taşıyorum, cinayetteki perde arkasının açıklığa kavuşturulması gerek. Sabri Uzun, dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanı. ‘Bilgi, rapor bana iletilmedi’ diyerek Ali Fuat Yılmazer'i suçluyor.”

Aynı mülakatta, Ali Fuat Yılmazer’in adının, Başbakan’a verdiği Emniyet‘teki cemaatçiler listesinin en tepesinde olduğunu söylüyor Başbuğ. Bu, Cemaat’e karşı büyük bir savaşa girişmiş, üstelik de, farklı güç odaklarını bu savaşta yedeğine almaya çalışan Başbakan’a “Al da at!” tadında verilmiş bir gol pası belli ki.

Diyarbakır’dan dönüşünde, gazeteciler Başbakan’a, Başbuğ’un bu pasını anımsattılar: “Başbuğ, Hrant Dink davası çözülürse bu yapı deşifre edilebilir minvalinde sözler söyledi. Siz de o dönemde kamuoyunda tepki yaratan cinayetlerin ve suikastların askeri dava süreçlerine kamuoyu desteği sağlamak için düzenlenmiş birer komplo olduğunu düşünüyor musunuz?”

Başbakan’ın cevabı şu:

“Olayı Dink davasına indirgemek olayı küçültmek olur. Dink davası bence kişiselleştirilmiş davadır.  Dink'in yazılarını, onun düşünce dünyasını kabullenmemek gibi bir nedenle yapılmıştır. Paralel yapı meselesinde ise devleti ele geçirme, ulusal güvenliği tehdit gibi büyük bir amaç var. Dink'in bu amacı gerçekleştirmelerini kolaylaştıracak devlette bir konumu yoktu ki. Bu teoriler paralel yapıyla mücadelenin hedefini saptırmasın. Mesela bu yapının parasal boyutu var.”

Lafı dolandırmayalım: Erdogan bir ‘political animal’; bir ‘siyasal hayvan’. Olan biten her şeyi, kısa, orta ve uzun vadede kendi siyasal çıkarlarını nasıl etkileyeceği üzerinden değerlendiriyor. Cangılda hayatta kalmak için güçlü olmak, hasım bellediklerini ortadan kaldırmak, gerektiğinde de dün düşman olanları yanına çekmek onun için bir içgüdü. Böyle olduğu için de etik tutarlılık diye bir kaygısı yok; kavgada her şey kendisine mubah. Onun için varsa yoksa, milletin ve devletin çıkarıyla özdeşleştirdiği kendi bekası, kendi iktidar yürüyüşü var.

İki hafta önce, üstelik aynı gün, Başbakan’ın doğrudan kontrolündeki Sabah ve Star gazetelerinin birinci sayfalarında, Dink cinayetini olduğu gibi ‘Paralel Yapı’ya mal eden haberler okuduk. Bu haberlerde çirkin bir hesap gördüğümüz için Agos’un manşetinden “Bu dava ‘paralel’e sığmaz” dedik. Ancak Başbakan belli ki, o manşetlerden sonra bir başka hesap içine girdi. ‘Paralel Devlet’e yönelik operasyonun PR çalışması için Dink cinayetinin kullanılmasında kendi hesabına bir mahzur tespit etti ve gazetecilerin konuyla ilgili sorusuna, Dink cinayetiyle Paralel yapının bir ilgisi olmadığı cevabını verdi. Böylece hem Sabah ve Star’ın manşetlerini tekzip etti, hem de Başbuğ’un verdiği gol pasını alıp dosdoğru taca yolladı. Oyunu bilen şunu iyi bilir; mesele sadece gol atmak değil, aynı zamanda kalenizi iyi savunmaktır ve şurası aşikâr ki Erdoğan bu oyunu iyi biliyor.

Başbakan’ın, bu siyasi hesaplarda Sabah ve Star editoryal kadrosundan da, Başbuğ’dan da mahir olduğu kesin. O, Dink’in katledilmesi ile cemaatçi polisleri ilişkilendirmenin, bu cinayetin ardındaki başka güç odaklarının, yani nihayet kışlasına soktuğu Ordu’nun, hâlâ ne kadar kontrol edebildiğine emin olmadığı MİT’in, Balyoz ve Ergenekon tahliyeleriyle muhalefetlerini yumuşattığı Ulusalcı karanlık çevrelerin bu cinayetle bağlantısını ortaya saçıp dökebileceğini iyi biliyor. Ve zor bela ehlileştirdiği bu çevreleri yine huzursuz edecek, onların ipliğinin pazara çıkmasını sağlayacak, eninde sonunda kendi yakın çevresine de bulaşacak bir risk almak istemiyor. Öyle olduğu içindir ki, gerçekten de bu cinayet “Ankara’nın karanlık dehlizlerinde” kaybolmuyor, Trabzon Pelitli’nin fukara sokaklarına hapsediliyor. Alın size, kendisi bizzat karanlık dehlize dönüşen bir Başbakan!

Erdoğan’ın “Dink cinayeti kişisel” açıklamasının üzerine oturduğu tablo gerçekten de manidar: Tam da Anayasa Mahkemesi’nin çok önemli, “Cinayet davasında eksik soruşturma var” kararının; ve dahi, HSYK’nın haklarında şüphe bulunan devlet görevlilerinin soruşturulması gerektiği yönündeki kararının ertesi. Bir Başbakan, kendi deyimiyle devletin gelecekteki “Başkanı”, yargıyı daha nasıl etkisi altına alır? Daha nasıl hedef şaşırtır? Gerçekleri daha nasıl karaltır?

Bu tablo içinde, her biri Dink cinayetiyle yakından alakalı ve yakın zamanın astığım astık kestiğim kestik polisleri Ali Fuat Yılmazer sorguda; Ramazan Akyürek’in ise gözaltına alınmayı beklediği konuşuluyor. Ve Başbakan, bir zamanlar neredeyse her hafta görüştüğü, kendisini suikast girişimlerinden koruduğu için güvendiği, kim bilir başka hangi hesapları birlikte gördüğü Ali Fuat Yılmazer’in ne mene bir tehdit, ne mene bir karanlık kişilik olduğunu ifşa ederken bile, onu Dink cinayetiyle ilişkilendirmekten bahusus imtina ediyor.

Başbakan, Kasımpaşa’dan Çankaya’ya varmak üzere olan büyük yürüyüşünde, hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmuyor gibi görünüyor ama belli ki, geldiği noktada, Hrant Dink cinayeti ve onun ulaşabileceği noktalar, kendisi için büyük bir korku kaynağı.

Ermenicede, “Vay kez kağak, vor takavorıt manug e!” diye unutulmuş bir deyim vardır. “Yazık sana şehir, yazık ki kralın daha çocuk!” diye çevirebiliriz.

Yazık bize ki, kralımız koca adam oldu ama bir türlü büyümek bilmiyor.